21 Aralık 2009 Pazartesi

EV KADINI DOĞULMAZ EV KADINI OLUNUR


Bir süredir düzenli işi olmayan biri olarak son zamanlarda “ev kadını” kelimesini pek sık tekrar eder oldum. Açıkçası bu durum beni biraz korkutmaya başladı. Zira çalışmadığım süre zarfında kendimi hiç işe yaramaz bir ev kadını gibi hissetmedim. En önemlisi bunu çevremdekilere de hissettirmedim. Yani millet ekonomik krizden, ayın sonunu nasıl getireceğinden bahsederken ben de evde yarım kalmış patchwork’ümü nasıl tamamlayacağım diye aradan çatlak bir ses çıkartmadım. Peki ne yaptım? Öyle ya da böyle yazmaya devam ettim. Şimdilik ruhumu doyurmaya yetiyor bu kadarı. Bir de büyük bir spor kompleksine 3 yıllığına üye oldum. Kahvaltıdan sonra hoop, spora. Evde pineklemekten iyidir diye düşündüm.

ACI GERÇEK

Üyeliğimin birinci yılının dolmasına birkaç ay var ve ben acı gerçeğin farkına vardım: İnsan asıl burada ev kadını oluyormuş meğer! Çalışanlar üyesi oldukları spor salonlarına cumartersi pazar diledikleri saatte, hafta içi ise çalışma saatlerinden sonra gidebiliyorlar. Bense hafta içi sabah saatlerinde oradayım. Ne demek istediğimi anlamanız için spor yapmaya bir kere de hafta içi saat beşe kadar gitmeyi deneyin. Kalabalık ve gürültücü bir güruh var orada. Evlerinin mutfağında, salonunda sohbet eder gibiler. Gündemi yakından takip ediyorlar. Çok detaylı değil ama her şey hakkında bir fikirleri var. Mesela domuz gribinden korunmak için iki saatte bir, bir yudum bile olsa su içilmesi gerektiğini, grip virüsünün sanıldığı kadar güçlü olmadığını bu gürültücü kalabalıktan öğrendim ben.

HER ŞEY EV KADINLARI İÇİN

Klüpteki tüm televizyonlar onlara ayarlı. Bir şey kaçırmaları mümkün değil. Bir taraftan uzay yürüyüşü yapıyorlar, diğer taraftan “Derya’lı Günler”i, “Her şey Dahil”i takip ediyorlar. Saunaya giriyorum, dev ekranda Yemekteyiz! Sağ olsun bu gündüz kuşağı programları sayesinde, her biri kendi içinde biraz doktor, biraz avukat, biraz psikolog, biraz aşçı olmayı öğrendi zaten.

Birkaç tanesi zamanında laf attılar. Cevap verdim. Baktım sohbet koyulaşıyor, soruların ardı arkası kesilmiyor, o gün bugündür muhabbetten de mümkün mertebe kaçar oldum. Kendileri daha çok laflamaya geldikleri için benim spor yapmamama da engel olacaklardı yoksa. Belki dışarıdan hiç olmak istediğim kadar antipatik görünüyorumdur ama ne yapayım, ben de kendimi düşünmek zorundayım öyle değil mi? Aslında ilk günden anlamalıydım. Haftanın beş günü, dört beş saatini spor klübünde geçiren birinin Madonna gibi bir vücuda sahip olması gerekmez mi? Akılsız kafam benim.

SONSUZ ENERJİ ONLARIN İÇİNDE

Sportmen ev kadınlarımız burada bulundukları süre zarfında kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar. Klüp yöneticilerinin söylediğine göre, akla hayala gelmeyecek şikayetlerde bulunuyorlarmış. “Artık bizim de yapabileceğimiz bir şey kalmadı, değerlendirmeye bile alamıyoruz, ama gönüllerini hoş tutmaya çalışıyoruz” diyorlar. “Şu adamın kılı çok neden havuza girmesine izin veriliyor?”, “Sen soğan sarımsak yemişsin bir daha yeme”… Bunlar, tın tın atan hanımların bir anda alevlenip isyan bayraklarını çekmeleri için gerekli sebeplerden sadece birkaçı. Kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar ya, buradayken evlerinde rahatsız olacakları her şey onları deliye döndürüyor. Yazılı kanunlara kazara uymayanın vay haline… Havuza girmeden duş almayı unutmak, kirli havluyu kir sepetine atmayı unutmak… Aman aman, her soyunma dolabının arkasından biri beliriyor. Birinin başladığı cümleyi diğeri tamamlıyor. Kusursuz bir birlik ve beraberlik içinde hemen oracıkta hatalı taraf uyarılıyor. Hani “Bir gün de es geçelim, bugün laf yetiştirecek halimiz yok” falan demeleri mümkün değil. Bitmek tükenmek bilmez bir enerji barındırıyorlar içlerinde.

FARK EDİLİRSEM İŞİM BİTER

Parmaklarımın ucunda yürüyorum her daim. Kılık kıyafetime çok özen gösteriyorum, soluk renkler tercihim. Öksürmüyorum, tıksırmıyorum, hıçkırmıyorum. Kiloma dikkat ediyorum. (Ani kilo kaybı ya da kazanımı hemen fark edilmeme sebep olabilir). Aldığım gıdalara çok özen gösteriyorum. Hafta içi sucuk, pastırma falan yemek rüya benim için. Dikkatleri üzerime çekersem işim biter. Geçenlerde kızın teki üzerini değiştirirken iki gün önce silikon taktırdığı göğüsleri keskin nişancılardan birinin dikkatini çekmiş. Boş denecek kadar az kişinin bulunduğu soyunma odası bir anda hınca hınç doluverdi. Dolapların içine mi saklanıyorlar anlamıyorum… Yüzleri görmüyorum ama sorular dalga dalga yükseliyor. “Nasıldı? Acıdı mı? Ameliyat ne kadar sürdü? Boyutuna sen mi karar verdin? Hastanede yalnız mıydın? (Yok artık soruya bakar mısınız!) Eve nasıl döndün? İz kalacak mı? Evli misin?” (Ne alaka? Sevişebiliyor mu rahat rahat, onu soracak herhalde, zemin hazırlıyor.) Yok bitmiyor sorular. Üzerimi giyindim, sessizce kapının da olduğu, kızın sorguya çekildiği er meydanına doğru yürüdüm. Kaçırılmayacak bir sahne! Tarifi mümkün olur mu bilmiyorum ama hayal edebilmeniz için betimlemeye çalışayım: Üstsüz, göğüsleri ortada bir kız ve çevresinde çember oluşturmuş sportmen ev kadınları. Kız soruyu soranın sesinin geldiği yöne dönüp kendisine belki de onuncu kez sorulmuş soruyu cevaplandırıyor. Iyhh, diken diken oldum ve kaçtım oradan. Kabusum olacak bu sahne.

P.S: İşin kötü yanı, gün geçtikçe, onları anlıyorum, onlara kızamıyorum, onları seviyorum. Bir gün spora gitmesem özlüyorum. Acaba onlara bu kadar yakın olmakta beni ev kadını yapar mı?

24 Kasım 2009 Salı

SEVİLMEKTEN KAÇTIĞI SANILAN ERKEKLER


Kim sevilmekten kaçar? Kim sevilmek istemez? Kim olduğu bir yana, sevilmekten kaçanlar için mantıklı bir neden bulmaya çalışmak bile saçma değil mi? Ruhani gıdalarla beslendiğimiz şu günlerde, insanın bir değil birçok kişi tarafından sevilesi gelmiyor mu? Ama yoook, erkekler öyle değil. Onlar hem sevilmek hem de o sevgiden köşe bucak kaçınmak derdindeler. Hem cinslerimin ortak fikri bu. İlk başlarda ben de onlara hak veriyordum. Sonra duyduğum her bir hikayeye ayrı ayrı bir bütün olarak baktığımda bu sevilmeye bas bas karşı çıkan erkeklerin pek çok ortak noktaları olduğunu fark ettim. Kadınların dışarıdan gördüğü gibi değilmiş durum meğer.

ANAÇ İÇGÜDÜLER AŞK MEŞKTE PEK İŞE YARAMIYOR
Hikaye yoğun, normal ya da seyrelmiş ama yine de tatmin edici bir ilgiyle başlıyor. Ama sonuçta başlıyor ya, iki kişiden biri bile istemese başlamaz bu hikaye öyle değil mi? Annelik içgüdüsünü içinde barındıran kadınlar daima ilgililer sevdiceklerine. Aranmıyorlar mı? Çağrıları cevapsız mı kaldı? Talep edilmeden ya da dayatılmadan güzel bir program yapılmıyor mu? Olsun fark etmez. Kadınlar olumsuz olan tüm şartları ne kadar üzülürlerse üzülsünler tolere edebiliyorlar. Adeta küllerinden yeniden doğuyorlar. Tabii karşılarındakine olan duruşlarıdır bu. Hemcinslerine ise; kendilerini ne kadar yalnız hissettiklerinden, çabalayan tarafın hep kendileri olduğundan bahsedip dertleşmekten alamazlar kendilerini. Zaten o kadarını da yapmasalar çıldırabilirler. Hani erkeklerin bir araya gelmiş birkaç kadına “Bu kadar konuşacak ne buluyorsunuz?” dedikleri anlar vardır ya, işte o anlardan biri muhakkak çıkmazda olan bir kadının ilişkisini kurtarmak için kafa ve damak yorulduğu bir anla eşleşmiştir.

KİMSEDEN DEĞİŞMESİNİ BEKLEMEYİN
Kimse boş yere enerjisini harcamasın diye şuraya hemen iliştirivereyim; iyi niyetli atılan tüm adımlarınız her defasında karşılıksız kalıyorsa ve eğer karşınızda gerçek bir hödük yoksa, kendinizi birazcık seviyorsanız, bağrınıza koca bir taş basın ve ilişkinize hemen son verin. Yeni bir ilişkiye başlarken ya da hayatınızı biriyle birleştirirken, karşınızdaki kişinin sevmediğiniz yönlerini günün birinde değiştireceğinizi ümit ederek kararınızı verirsiniz hep. Oysa erkekler asla değişmezler, değiştiklerini zannediyorsanız da biliniz ki; yanılıyorsunuz. Siz sadece onların değiştirmeye çalıştığınız o huylarına zaman içinde alışıyorsunuz hepsi bu:)

ZORLARSANIZ YALAN ÇIKAR
Uyuyordum, telefon çekmiyordu, duymamışım, görmemişim, bilmiyordum, unuttum, şeklinde sıralanan özürler bahane olmasın. Kimi inandırmak için çok çaba sarf eder, kimisi “işine geliyorsa” tadında sunar bahanelerini. Evet, karşınızdaki sizi ikna etmeye çalışıyor bir şekilde ama insanlıkta ölmedi değil mi? Adam size alenen; bu ilişkiden sıkıldığını, eski sevgilisini hala unutamadığını, hayatına size rağmen başka birinin girdiğini, sizinle sadece ve sadece gönül eğlendirmek için birlikte olduğunu, itiraf edebilecek kadar da eşek değildir. Bir yerden sonra da iş size düşüyor. Sizden beklenen; istenmediğiniz kafanıza dank ettiği anda arkanızı dönüp gitmeniz. Peş peşe bahaneler, açıklamalar yaptırıp hesap sorup zorlamayın şu adamcağızları yahu!

Sevilmemek, özlenmemek, umursanmamak… Bunlar sizin hak ettiğiniz duygular değil. Hayatınızın aşkını yaşamak isterken bunları hissetmek zorunda değilsiniz. Aklınızı kullanın biraz. Her şey sandığınız kadar komplike değil. Hatta ne görüyorsanız o. Sizde basit düşünün. Zira derin düşünmek sinirleri bozmaktan ve kendinizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz.

P.S: Başkalarının sevmesini beklemeden önce, siz sevin kendinizi. Herkesten önce kendiniz bilin kıymetinizi. Siz kendinizi hor kullanırken başkalarının sizi el üstünde tutumlarını nasıl beklerisiniz?





.

7 Kasım 2009 Cumartesi

KAFADAN BACAKLI BİR NESİLE MERHABA!


Ağzına kadar kiraz dolu olan kasenin içinde en değişik şekilli olanını bulmaya çalışıyorum. Mesela bir sapta sırt sırta vermiş olan kirazlar en favorilerim. Hoop hemen ağzıma atıyorum. Bir taşla iki kuş vuruyorum. Meyve ve sebzelerle süre gelen bu masum oyunum babamın “Onlar hormonlu, yeme” uyarısına kadar devam ediyor. Bu gerçeği ögrendiğimde altı yedi yaşımdaysam en azından iki üç yıllık kusmak istedim. Yıllar içerisinde bazı gıdaların hormonlu olabileceği fikrine alıştım ve kendimi mümkün mertebe bunlardan uzak tutmaya çalıştım. Domates tutkunu olan biri için bu zor bir süreçti tabii. Kış aylarında cherry domates yemeğe başladım. Ta ki babam “Onlara ters hormon uyguluyorlar, yeme” diyene kadar. Yok, domatesten maalesef vazgeçemedim. Ters düz fark etmez yiyorum, o kadar hormon da benim nazarlığım olsun canım.

Öyle ya da böyle hormonlu gıdalarla yaşamaya alışmış bir milletiz. Her birinizin benim gibi bile bile lades dediği ve vazgeçemediği bünyeye zarar veren favori bir hormonlu gıdası vardır herhalde. Ancak ne yazık ki yeni alışkanlıklar edinmemiz gerekecek. Zira bundan böyle yediğimiz pek çok şey GDO’lu yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmalardan oluşacak. 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazetede GDO’lu ürünlerin ithaline izin verildi yayınlandı. Daha önce ülkeye genetiğiyle oynanmış ürün girmiyor muydu sanki? Giriyordu. Mesela mısır olarak (Bu en favorisi), mesela pamuk olarak,… Bir de hazır gıda maddelerinin (örn: çikolata, şeker) bileşenleri arasında yer alan soya lesitini olarak. Ki bu maalesef, zaman zaman el boşluğundan okuduğum bazı gıda maddelerinin ambalajlarındaki o bit gibi yazılardan kulağıma pek de yabancı gelmeyen bir bileşen…

Aklı başında tüm dünya ülkelerinin köşe bucak kaçtıkları bir üretim sistemini sessiz sedasız bağrımıza bastı hükümet. Neymiş dünya açmış, karnını doyuracakmışız. Yahu bizim doğal kaynaklarımız bize yetiyor. Artan olursa onla da dünyayı doyurmak için kendi çapımızda bir katkıda bulunuruz elbet. O kadar nankör değiliz. Gerçekten işin içine hiçbir bürokrası katmazsak verilecek cevabımız bu olmalı. Ancak madalyonun diğer yüzü var ne yazık ki.

Birilerinin para kazanma hırsı o kadar başlarına vurmuş durumda ki kıçlarından element uyduruyorlar resmen. Türkiye’de dört beş yıl önce gündeme gelmiş bir konuydu bu GDO sistemi. O zaman ülkeye girmesi söz konusu bile değildi. Uzaktan uzağa “Vah vah tüh tüh” diyorduk. Başımıza geleceklerin ilk habercisi meclisin “Tohumculuk Yasası”nı onaylamasıyla başladı. Çiftçi kendi tohumuna sahip çıkamaz oldu. Yani bu sene ektiği salatalığı seneye aynı tohumlarla ekemeyecek hale geldi. Çünkü çiftçi kendine ait tohumları için birilerinden patent almak zorunda kaldı. Çünkü birilerine bir sonraki yıl ekeceği tohumları teslim ettiğinde o tohumların genleriyle oynandı. Tarım işini çiftçi değil büyük şirketler tekeline almış oldu böylece. Düşünebiliyor musunuz, sadece Türkiye’de üretilen bir ürünü ekmek için tohumunu yurt dışından ithal etmek zorunda bırakılmış olduk. Peki neden? AB uyum yasasına riayet edebilmek için!

E insanlık adına bu minik girizgahı attıktan sonra GDO’lu ürün yetiştirmişiz çok mu? Başımıza bundan sonra neler geleceği konusuna değinecek olursak
:



  • Meyve salatası hazırlarken armutun, elmanın, portakalın hangi genlerin bileşenlerinden oluştuğunu düşünerek kafa yormamanızı tavsiye ederim. Armutun ebeveyini yılan ya da fare falan çıkabilir.

  • Ambalajlı hazır gıdaların içeriklerini okuyup ona göre alışveriş yaptığınız günleri mumla arayacaksınız. Zira patlıcanın, biberin bulunduğu reyonlarda “Bu ürün GDO’ludur” gibi bir uyarı ibaresine rastlayamayacaksınız. Çünkü devletimiz, haksız rekabeti hiç mi hiç sevmiyor. GDO’lusu dururken doğal olan patlıcanı almaya kalkarsanız, neme lazım.

  • Einstein, “Arıların neslinin tükenmesi dünyanın sonunun geldiğinin göstergesidir” demiş. Yılan, çıyan, akrep, börtü böceğin neslinin tükenmesi neye işaret eder acaba? GDO’lu ürünlerin en önemli özelliği, tarlaya ekildiklerinde yanlarına hiçbir hayvan ve haşaratı yanaştırmaması. Böceklenmeyi önleyecekler akılları sıra… İyi de kendini böceklendirtmeden sağ salim ağzımıza düşmüş çileğin bize vereceği zarar neden hesaba katılmıyor? İnsanın dengesini bozduğun yetmedi, hayvanları aç bırakarak doğanın dengesini de bozdun.

  • “GDO’lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.” İçimize su serpildi. Bebekler sanki hep bebek kalacaklar. O bebek büyüdüğünde zaten tanışmayacak mı bu ucube ürünlerle? Bari bebekken de yemesine izin verin de bağışıklık sistemi güçlensin.

    P.S: AB ülkelerinin yavaş yavaş yasaklamaya başladığı bu biyolojik tarım sistemi ileride kafadan bacaklı bir Türk neslini doğuracak gibi. En güzeli; bahçesi olan bahçesine, balkonu olan balkonuna kendi çiftliğini kursun. Son trendimiz, Fransız balkonu olanlar evlerinin bir odasını feda ediversin. Öyle oturduğunuz yerden Farmville oynaması değil.

4 Kasım 2009 Çarşamba

ÇIKTI..."AL AŞKINI"/PEGASUS SENDROM


Pegasus Sendrom, ilk albümü ''Hicaz''öncesinde ''Al Aşkını'' adını taşıyan maxi single’ı ile alıştırma turunda!



  • Grup 2004 yılının sonlarında Samsun’da kuruldu.

  • Kulakları dolduran muhteşem sahne performanslarıyla kısa zamanda isimlerini duyurdular.

  • Pegasus Sendrom; Alp Kamber (vokal/ gitar), Mehmet Kurul (gitar), Önder Ayan (bas gitar), Özgür Demircioğlu’undan ( davul) oluşmakta.

  • Aynı zamanda yazar da olan solist Alp Kamber, çeşitli dergilere yazdığı yazılarını ''Köyün Delisi'' isimli bir kitapta topladı. Kitap, Pegasus Sendrom’ un''Hicaz'' ismini taşıyan ilk albümüyle beraber raflardaki yerini alacak.

  • “Al Aşkını”nın kaydını; Badem grubunun solisti, Mustafa Kemal Öztürk gerçekleştirdi.

  • Grup elemanları, bu single ile kendilerini ve dinleyenlerini içinde bulundukları kaotik ve karmaşık durumdan bir an olsun uzaklaştırarak eğlendirmek istiyorlar.


26 Ekim 2009 Pazartesi

GALATASARAY'INKİ ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK!


Dünyanın en önemli üç derbisinden biri olarak addedilen Fenerbahçe Galatasaray derbisini izledim bugün. Yeni doğmuş bir bebek gibi umutla izledim hem de. Bir Galatasaraylı olarak inanarak tüm iyi niyetimle. Lakin sadece bir tek taraftarın pozitif düşüncesinin hiçbir olumlu gelişmeye yaramadığını anladım... Her iki taraftarın da bulunduğu bir mekanda, eşit şartlar altında başlayan bir maç var ortada. Ancak ne yazık ki, çevremdeki tüm Galatasaraylılar ya yenilmekten ya da en iyi ihtimalle berabere kalmaktan söz ediyorlar. Kimseciklerin kazanmaktan bahsetmek aklına gelmiyor… Neymiş 1999 yılından bu yana Fenerbahçe kendi evinde Galatasaray’a yenilmemişmiş! Neymiş; Galatasaray isterse dünya şampiyonu olsaymış yine de Fenerbahçe’yi deplasmanda yenemezmiş!

Hani şu son yılların “Secret” diye adlandırdığımız meşhur olumlu düşünme sistemi var ya; bu bizim ülkede; aşk, iş, sağlık gibi pek çok yaşam alanında umulmadık bir şekilde yayıldı da bir futbol alanında yayılamadı nedense. Tez konusu olacak kadar saçma bir durum var ortada aslında. Psikologlar, psikiyatrlar farkında değil mi bu komik durumun Allah aşkına? Emin olun bugün ki 3-1’lik skorun sebebi tamamen düşünce gücüdür arkadaşlar. Galatasaray attığı golden sonra, yenileceğinden emin olduğu rakibi Fenerbahçe’yi ürkütmeyi, köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Çok rahat ardı ardına birkaç gol daha atıp maçı almayı başarabilirdi. (Çevremdeki Fenerli izleyicilerin huzursuzluklarına bizzat şahit oldum, biricik sevgilim de dahil buna...) Ama maalesef Galatasaraylı taraftarlar; oyuncular, teknik ekip galibiyetin imkansızlığına o kadar çok inanıyorlardı ve kendilerine galibiyeti o kadar çok yakıştıramıyorlardı ki, takım oyuncularından biri, anında yapmaması gereken bir hareket ifşa ederek kırmızı kart gördü ve takımının 10 kişi kalmasına sebep olarak işlerin zorlaşmasına sebebiyet verdi. Sonra zaten olmayan moraller iyice dibe düştü, Fenerlilerin anlık kaybettikleri güvenleri yeniden yerine geldi ve olanlar oldu.

Sonunda herkesin beklediği skor tabloda belirdi. Fenerbahçe Galatasaray’a karşı yıllardır süregelen alışılmış başarısını elde etti. Maç sonunda her iki taraftarın ağzından dökülen yorumlar ise yine aynıydı. Özellikle de Galatasaraylılarınkiler; “Yenilmek Galatasaray’ın kaderi”, “Nerede ne başarı alırsak alalım, Fenerbahçe’yi deplasmanda yenemiyoruz”… Biricik takımım ne kadar çalışmış, ne kadar başarılı pozisyonlar yakalamış olursa olsun, çevre faktörünün etkisiyle daha baştan yenilmeye odaklanmış bir şekilde başlıyor oynamaya. Netice itibariyle de, bu muhteşem negatif sinerjinin de etkisiyle maçın skoru beklenen malubiyetle sonuçlanıyor. Düşünün, bu sinerji öylesine kalıplaşmış ki, sınav sorusu olmuş. Tirajı komik bir KPSS sınav sorusunu aynen aktarıyorum:

Galatasaraylı futbolcuların Fenerbahçe maçından önce, daha önceki maçlarda aldıkları sonuçlar akıllarına gelmekte (6-0, 4-0, 3-2, 4-3) ve Galatasaraylı futbolcular “Ne yaparsak yapalım yine kazanamayacağız” diyerek daha az çalışmakta ve başarısız olmaktadırlar.
Bu durum öğrenme teorilerindeki hangi kavrama örnektir?
a) Habercilik
b) Kendini gerçekleştiren kehanet
c) Öğrenilmiş çaresizlik
d) Sistematik duyarsızlaştırma

P.S: Doğru cevap; C şıkkı! Bir sonraki derbi maçına kadar tüm Galatasaraylı oyuncuların saha içi antrenmanlarına ek olarak terapiye başlamalarını ve yılların kalıplaşmış “deplasmanda Fenerbahçe’ye yenilme” fobilerinden geç kalmadan kurtarılmalarını şiddetle arz ediyorum.

11 Ekim 2009 Pazar

MAVİ JEANS YÜZÜNDEN TV'DEN SOĞUDUM


Günlerdir ha bu gün ha yarın diye geçiştire geçiştire nihayet oturdum bilgisayarın başına. İçim şişecek diye erteledim durdum bu yazma işini. Zira çok kıl olduğum bir konuya değineceğim. Mavi Jeans’in “Burası İstanbul” temalı son reklam kampanyasından söz edeceğim.

AMAÇ GÜZEL TARZ YANLIŞ
Bu işin az buçuk eğitimini de almış eski bir reklamcı olarak reklamları takip etmekten hiçbir zaman vazgeçmedim. Zaman zaman tüylerimi diken diken eden çok başarılı işlerle karşılaşıyorum, kimi zaman da yine aynı şekilde diken diken tüylerimle irrite olmuş vaziyette kabus gibi kampanyalarla karşılaşıyorum. Ancak şimdiye kadar hiçbir reklam (Doğulu aksanıyla manasız bir şekilde defalarca Arrööv” diyen Arow terlik reklamları da dahil olmak üzere) beni bu derece hırpalamamıştı. Mavi aslında “Burası İstanbul”u güzel bir amaca hizmet etmek maksadıyla başlatmış: İstanbul’un 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olmasını destekliyorlar kendileri. Ama yani, böyle destek olacaksanız hiç olmayın daha iyi.

VERİLEN MESAJLAR BİR FACİAYA SEBEBİYET VEREBİLİR
Bir kere, reklamı izleyenin farkına vardığı ilk şey; Türkiye’nin sadece İstanbul’dan ibaret olduğu. Marka’nın savunması ise; bunun, iyi bir amaca yönelik başlatılan kampanyalarının ve tasarladıkları tişört serisinin adı olduğu. İyi de doğudaki adam senin kampanyanı, serini, neyi desteklediğini nereden bilsin? İnsan kendini dışlanmış hissetmez mi? Ayrımcı ve bölücü bir reklam bu bence. Yıllardır İstanbul’da yaşayan, okumuş yazmış, reklam sektöründen anlayan, gazetecilik yapan bir Konya’lı olarak ben bile böyle hissettiysem başkalarının neler hissettiğini tahmin edemiyorum. Hele Türkçe lafların arasında bir anda aksanlı bir şekilde “Boy firend cins” diyen kız yok mu, beni benden alıyor… Neyyyse, reklamı izledikten sonra başka ne gibi mesajlar alıyoruz ona da değinelim.


  • İstanbul’da her şey mübah!

  • Büyüklere saygı hak getire: Bacak kadar çocuklar analarıyla babalarıyla çatır çatır konuşup ağızlarını kapatabiliyorlar.

  • Sohbet muhabbet diye bir şey kalmadı artık. Tek bir cümle yetiyor her bir şeye. “Burası İstanbul”, Ali Baba ve 40 Haramilerin anahtar sözcüğü gibi.

  • Hangi yaşta olduğu fark etmez, kızların hepsi hafif meşrep.

  • Evlilik müessesesi derinden sarsılmış. Kocalar kukla gibi evde oturuyor, karıları kıçları başları açık sokaklarda…

Verdiği mesajlarla, replikleriyle, sloganıyla her şeyi ama her şeyi yanlış bir reklam olmuş maalesef. Televizyon izlerken zırt diye karşımda görmekten nefret ettiğim bu saçmalıktan kurtulmak istiyorum artık. Sabırsızlıkla ve de hasretle bu kampanya döneminin sona ereceği günü bekliyorum.

ALIN SİZE ALKIŞLANACAK BİR REKLAM
Biliyorsunuz, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu'nun (TAPDK) alkollü içki reklamına yönelik yaptığı yeni düzenleme gereği rakı üreticilerinin reklamlarında rakının vazgeçilmezleri olan balık ve beyaz peynir gibi “iştah açıcı” ürünleri kullanmaları yasaklanmıştı. Rakı da bira gibi değil ki namussuz, tek başına içilmez, illa ki kendine eşlik edecek bir şeyler ister. Sap gibi masada bir rakı görseli kullanmak tüketiciye, “Bu akşam bir rakı içeyim bari” dedirtmez. Yeni Rakı’nın üreticisi Mey İçki, bu içinden çıkılmaz gibi görünen yasakla çok tatlı bir şekilde baş etmeyi becerdi. Rakı bardağının yanındaki boş tabağa iliştirdikleri mini bilmecelere bayıldım mesela. (Balık için; denizde yaşayan solungaçlı canlı, beyaz peynir için; süt ürünlerinden en katı ve beyaz olanı, kavun için de; güzel kokulu, sulu, turuncu meyve. gibi tanımlar yapıldı.) Geçenlerde gazetelerin arka sayfasında tam sayfa bir Yeni Rakı reklamı vardı ki bu bence şimdiye kadarkilerin en yaratıcı, en matrak en bomba olanıydı. Şimdi bu reklamı daha önce görenler tekrar anımsasın, görmeyenler de bir zahmet hayal etsin: Unkapanı Köprüsü üzerinde balık tutan abiler , sadece oltalarının yarısı görünüyor ama, balık avı mevsiminin başlamasından mütevellit, sol alt köşede; “Sezonu açtık! Akınlar başladı. En taze en keyifli muhabbetlerle buluşmanın mevsimi geldi. Muhabbetiniz bol olsun.” yazıyor. Sağ alt köşede ise bir Yeni Rakı şişesi; üzerinde balık şeklinde istiflenmiş harflerle yazılmış bir slogan: “Sofralara akın akın!”…
Emeği geçenleri tebrik ederim. Bir yasak bu kadar tatlı ti’ye alınamaz, bir basılı reklam bu kadar güzel ifade edilemezdi.

P.S: Hayatın her alanında; yaratıcı, taklitsiz, içimizi kıpır kıpır edecek daha pek çok işlerle karşılaşmamız dileğiyle…

27 Eylül 2009 Pazar

BİR ÇEŞİT ÇOCUK İSTİSMARI


İnsan psikolojisi o kadar karmaşık o kadar içinden çıkılmaz bir düğüm ki; anlam yüklediğimiz veya anlamsız bulduğumuz tüm davranışlarımız çok derinlerinde hatırlayamadığımız nedenlere dayanabiliyor. Bu “nedenlerin” neler olduğunun bir başımıza farkına varabiliyorken bazen psikolojik destek almak durumunda kalabiliyoruz. Ve sorunun cevabının temellerinin akıl almaz bir şekilde, ardımızda bıraktığımız zamanlarda bir yerlerde bulabiliyoruz.

Bu bol insan psikolojisi içerikli girizgahımın sebebi, çocukluğuma inip, sınıf öğretmenliği konusuna değinecek olmamdan ileri gelmekte. Geçen hafta yeni eğitim öğretim yılı başladı biliyorsunuz. Okullar açılmadan bir gün önce, bende bir karın ağrısı bir iç sıkıntısı anlatamam. Sanki ben ders başı yapacağım. Huzursuzluğumu yansıttığım eşim bile artık “Yeter, sen mi gideceksin okula, rahat olsana” dedi sonunda. “Hayatım bu benim ilkokuldan kalma bir alışkanlığım sen bana bakma, kendimde düzeltemediğim en kötü alışkanlığım bu maalesef, dert etme yakında geçer” dedim. Tedavisini bilmesem de en azından sorunumun kaynağını biliyordum: ilkokul öğretmenim!

Beni okuldan, okumaktan, çalışmaktan soğutan insan; ilkokul öğretmenimdi. Bu bağlamda üniversite mezunu olmam bile aslında bir mucize. Zira kendisi şimdilerde “sınıf öğretmeni” olarak adlandırdığımız o minicik bedenlere okumayı yazmayı öğretecek niteliklere sahip değildi. Bu gerçeğin farkına birkaç yıl önce varmış olmam da ilginç bu arada. (Psikolojide bu durum nasıl değerlendirilir bilmiyorum ama ben de bu konuyla ilgili fena halde bir ayma süreci başladı.) Söz konusu hanımefendinin, annelerinin kucağından kendisine teslim edilen minicik bedenlere bir şeyler öğretmek dışında, aslında ne kadar kötü ve yanlış bir muamele yaptığının farkına varmaya başladım. Efendim öncelikle bu hoca hanım sınıftaki çocukları; varlıklılar ve varlıksızlar olmak üzere ikiye ayırırdı. Ama varlıksız çocuklar da, hanım efendiye belirli gün ve haftalarda iyi hediye alanlar ve almayanlar olmak üzere alt sınıflara ayrılırdı. Özellikle öğretmenler gününde kendilerine en güzel, en göz doldurucu hediyeyi almak için, ben de dahil olmak üzere, bütün sınıfın nasılda birbiriyle yarıştığını şimdilerde çok net hatırlıyorum! Öyle çiçek falan almak kesmezdi kendilerini…

Bir de hala anlam veremediğim ama altında kesin yine kendisine yarayan bir şeyler olduğuna emin olduğum ilişkileri vardı. Mesela dersin ortasında kızın tekini kucağına oturtur, onun saçlarını toplar, örer, yanağını, yüzünü severdi. Sen öbür taraftan bir taraflarını yırt, umurunda olmazdı. O önündeki aklına kestirdiği çocuğu sevmeye devam ederdi. Sebebi neyse ne, sevilmeyen diğer öğrencilerin, erkekler de dahil olmak üzere, bu duruma ne kadar üzüldüklerini, ne kadar içerlediklerini hatırlıyorum. Sınıf içinde bir rekabet bir rekabet sormayın. Aynı performansı bizi bir an önce okumayı sökmemiz için gösterse, sınıf olarak il sınırları içinde dereceye girerdik belki de! Bu hanım efendinin yaptığı da bir çeşit çocuk istismarı değildir de nedir sorarım size?

Şimdi bir bakalım; sınıf öğretmeni olmak için öncelikle, Eğitim Fakültelerinin Sınıf Öğretmenliği Programından mezun olmak gerekiyor. Tamam. Bunun dışında:
- Üst düzeyde genel yeteneğe,
- Sözel ve sayısal düşünme yeteneği gelişmiş,
- Düşüncelerini başkalarına açık bir biçimde aktarabilen,
- İyi bir öğrenme ortamı sağlayabilen, dikkatli, işine özen gösteren,
- Mesleğinin sorunları ile ilgilenen ve çözüm yolları bulmaya çalışan,
- İnsanlarla iyi iletişim kurabilen; sevecen, hoşgörülü, sabırlı,
- Öğrencilerin duygu ve düşüncelerini anlayabilen,
- Kendini geliştirmeye istekli, coşkulu, yaratıcı bir yapıya sahip olunması gerekiyor…

Bu mudur tüm gereklilikler? Taptaze, saf beyinleri eğitip öğretecek kişilerin sahip olması gereken özellikler sadece bunlar mı olmalı yani?

Sınıf öğretmenlerini aşağıladığımı ya da küçümsediğimi düşünmenizi istemem ama kendisinin sınıf öğretmeni olduğunu söyleyen ve çocuk psikolojisinden hiçbir şekilde anlamadığı her halinden belli olan o kadar çok kişiyle karşılaştım ki, kendi deneyimlerimi de katarak maalesef, söz konusu öğretmen atama kriterlerini yeterli bulamıyorum. Haftada iki üç saat pedegoji dersi alarak sınıf öğretmeni olunmaz! Lise öğretmeni olunur, üniversite de ama sınıf öğretmeni olmak bu kadar kolay olmamalı yahu. Tekrar dile getiriyorum, mesleğini layıkıyla yapanlar üzerlerine alınmasın ancak yapılması gereken her şeyi yerine getirenler bir şekilde psikolojik testlerden geçirilmeliler bence. Çocuk psikolojisini çok çok iyi bilmeliler. Öğrencileri daha çok sevilmek ya da ilgi görmek için değil de daha çok parmak kaldırmak için birbirleriyle yarışmalılar. Bunları eksiksiz yerine getirebilecek zihniyetler sınıf öğretmeni olmalı. Hayata 1-0 yenik başladığını düşünmemeli çocuk ileri yaşlarda. Ve benim gibi daha o ilk okul yıllarını hatırladığında annesini, babasını hatırlar gibi sevgiyle anmalı o kendine a’yı, b’yi, c’yi ilk öğreteni…

P.S: Oh be, rahatladım yahu! Çocukluğuma indim ve içimdeki bu topak olmuş derdi birileriyle paylaştım. Bunca yıl içimde tutmuşum tamamen çözülmedi elbet. Eh Gülsen Başak, hayatta mısın bilmiyorum ama bilesin, öbür tarafta bile olsa elim yakanda olacak!

18 Eylül 2009 Cuma

SUCUK EKMEĞİME BULAŞMAYIN!


"Çocuk geldi", "çocuk gitti", "çocuğu aldım", "çocuğu teslim ettim"… Bu ne yahu? Cem Garipoğlu neredeyse küçülüp cebimize girecek. Avukatı, katil zanlısı müvekkilini polise teslim ettiğini öyle bir anlatıyor ki, neredeyse acımaya başlayacağız biz de söz konusu “çocuğa”.

197 gündür tüm dünya genelinde kırmızı bültenle aranan katil zanlısının teslim edilme hikayesini sabaha karşı canlı canlı televizyondan takip etme şerefine nail oldum. Onca merak edilen şey varken ortada “çocuğun” avukatının gündeme taşıdığı en büyük konu, karnı aç olan katil zanlısının sucuk ekmekle karnını nasıl doyurduğuydu. Adam bütün kanallara üşenmeden aynı bilgiyi verdi. Bir sucuk ekmek muhabbetidir gitti yahu. Yeni bir gelişme olacak mı diye uykusuz, televizyon başında kanal kanal geziyorum, amma velakin ortada konuşulan en önemli konu başlığı sucuk ekmek! (Hayır, sucuktan soğuyacağım diye korktum bir an. İlkokuldayken zatürre olmuştum. İki ay boyunca sadece ve sadece boğazımdan geçen tek gıda sucuk ekmek ikilisiydi. O derece bir sevgi benimkisi düşünün.)

Benim acıma eşiğim de çok düşüktür işin kötüsü. Saddam’ı bile asılırken izlediğimde içim parçalanmıştı. Bakışları, bembeyaz olmuş yüzü hala gözümün önünden gitmedi, gidemiyor. Ben idam cezasına sonuna kadar karşıyım. Suçlu her ne kadar cinayet işlese de, ne kadar çok cana kıymış olsa da, kimse kimsenin ölüm gününe, saatine ve ölüm şekline kadar karar veremez gibi geliyor bana. Böyle suçlulara verilebilecek en güzel ceza; kümes gibi bir hücrede, kendi pisliği içinde böcek gibi sefil bir yaşam sürdürmesini sağlamak olmalı.

Teslim olması, teslim edilmesi ya da yakalanması için aylardır seferber olunan vahşetle işlenen bir cinayetin katil zanlısı şimdi polislerin elinde. Ama “so what?” demeden geçemiyor insan. Cinayeti işlediğinde 17 yaşında olduğu iddia edilen Cem Garipoğlu, çocuk mahkemesinde sorgulanıyor şimdi. “Çocuk mahkemesi” ortadaki suç göz önünde bulundurulduğunda sorgulandığı yerin telaffuzu bile kulağa komik gelmiyor mu? Çocuk mahkemesi de gelmiş geçmiş en azılı suçluyu ağırlıyordur herhalde... Evet yasa gereği olması gereken yer orası ancak çocuk mahkemesinde görülecek davanın ardından verilecek ceza süresi bana daha da komik geliyor. Ömür boyu hapsi istenecek birinin belki de en fazla 15 yılık bir cezaya çarptırılacak olması hiç de adil gelmiyor.

Cevabını bile bilmediği bir sebepten cinayet işleyen bu “çocuk”, bilmediği biri tarafından bilmediği bir eve götürüldüğünü söylüyor. O meçhul evden dışarı çıkmadığını, evin perdelerini dahi açmadığını söylüyor. Belli ki her şey önceden hazırlanmış, çok da iyi çalışılmış. Cevap bekleyen o kadar çok soru var ki… Bekleyip göreceğiz.

P.S: Umarım şu an adaletin elinde olan bu “çocuğun” yargısı, dış etkenlerce çarptırılmadan, saptırılmadan hak ettiği cezayı alacağı şekilde sonuçlanır. Ve umarım bundan böyle sucuk ekmeğime bulaşılmaz.

Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ

3 Eylül 2009 Perşembe

MOBİLYACILARA GÜVENMEK İSTİYORUM!

Eskiden sözleşme, senet, kefillik diye bir şey yokmuş. Söz ağızdan bir kere çıkarmış. İnsanların arasında güven varmış. Herkes birbirinin sözüne güvenip öyle ticaret yaparmış. Yanlış anlaşılmasın, ufak tefek alışverişlerden söz etmiyorum. Araba, ev, arsa gibi büyük mal mülkler söz konusu olan. Okuyunca fantastik bir hikayeden bahsediyormuşum gibi geliyor ama yalan değil, yazdığım her şey doğru. Sadece ilk etapta insanların koşulsuz şartsız günahlarını bile vermedikleri bir devirde yaşadığımız için masal gibi geliyor yazdıklarım o kadar.

Özellikle mobilyacılarda pek sık rastlanır adam kandırmaca hikayelerine. Alacağın mobilyayı seçersin, parasını ödersin. Ardından mobilyalar eve bir gelir ki, hiçbir şey istediğin gibi değildir. Ya model değişmiştir ya da mutlaka eksik olan seni huzursuz edecek bir şey vardı içinde. Bir de şöyle bir felaket senaryosu vardır. Mobilyanın parasını ödersin, aynısından yapılacağı söylenir, teslimat günü gelir çatar karşındaki seni ısrarla oylamaktadır. Neden? Çünkü senin seçtiğin mobilyanın aynısını beğenen kararsız bir satıcı çıkmıştır muhterem esnafımızın karşısına ve o da müşteri kaybetmemek için senin mobilyaları hoop kararsız müşteriye satıvermiştir. Çünkü kararsız müşteri aynı mobilyaların yapılması sürecini bekleyemeyeceğini söylemiştir. Diğer tarafta evinde yeni mobilyalarının gelmesini bekleyen hazır bir müşterisi vardır nasıl olsa. Ne şimdi bu? İnsanlık mı?


Yıllar önce babam bej ağırlıklı bir mobilya takımı beğenmiş, parasını peşin vermiş, bir hafta içinde eve gönderileceğinin sözünü de almış olarak eve geldi. Bir, iki, üç hafta derken nihayet bizim mobilyalar kapıya geldi. Koltuk takımı salona istiflendikçe tüm ailenin nefesi kesilmeye başladı. Zira bizim bej rengi koltuklar çağla yeşiline dönüşmüştü. Çağla yeşili yahu! Kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek bir renk. Şimdi soruyorum: Showroom denen şeyler neden var? Mobilyacılar nasılsa bizim adımıza renk ve model tercihi yapıyorlar. Zahmet edip hiç gitmeyelim bari ayaklarına. Telefonla bir üçlü, bir ikili ikişer de berjel koltuk sipariş edelim olsun bitsin.


Peki bu minik hikayenin tek suçlusu kim? Tabii ki babam. Neden? Çünkü hala herkesi kendisi gibi sanıyor. Çünkü hala o tek bir sözle milyarların, trilyonların döndüğü sonsuz güvenin var olduğu zamanlarda yaşadığını sanıyor.


Sonuç mu? Saçma sapan prosedürlerle uğraşmak yerine çağla yeşili koltuklara bej rengi kılıf dikilip geçirildi. Koltuklar evdeki 10. yıl dönümlerini kutladılar geçtiğimiz günlerde. Mobilyacıların hepsi üstlerine alınmasın ama şahit olduğum hikayeler artık kendilerine olan güvenimi kaybetmeme neden oldu. Ha bu arada sadece mobilyacılar mı? Araba galericileri de aynı... Tokacı, küpeci, kitapçı değil maalesef sözünü ettiğim esnaf tipi. Büyük paraların döndüğü yani insanların gerçekten canını yakan alışverişlerde muhatap olunan esnaflar.



P.S: Bundan 10 yıl 15 yıl sonra ticarette güven eksikliği hangi boyutlara ulaşacak çok merak ediyorum. Keşke bir şeyler tersine dönse ve ben de ilk evvela mobilyacılardan başlamak kaydıyla alış veriş yaptığım herkese sonsuz güven duyabilsem.


1 Eylül 2009 Salı

ORJİNAL, ZAHMETSİZ, EKSİKSİZ BİR DÜĞÜN İÇİN...



  • Klişe düğünlere konuk olmak bile canınızı sıkmaya yetiyorsa,

  • Benim düğünüm asla diğerleri gibi olmamalı diyorsanız,

  • Eksik kalan detaylar için sonradan pişmanlık duymak istemiyorsanız,

  • Evliliğinizin 20. yıl dönümünde bile düğününüzü hala keşke yine o günü yaşıyor olsaydım diye anmak istiyorsanız,

  • Hayalinizdeki düğünü nasıl hayata geçireceğinizi bilemiyorsanız,

Düğünüze En Az Altı Ay Kala Kapımızı Çalmanız Yeterli.

Giyeceğiniz gelinlikten o gece kullanacağınız parfüme, ilk dans müziği seçiminden balayı uçak biletinize kadar sizinle aynı heyecanı paylaşıp sizin yerinize tüm detaylarla ilgilenecek ve kendinizi çok özel hissettirecek profesyonel nedimeler olarak düşünün bizi.

Bizim İçin İmkansız Diye Birşey Yok

  • Konsept Düğünler: (Kır düğünü, salon düğünü, havuz başı düğünü, tekne düğünü, uçak düğünü, ülke ve zaman konseptli düğünler…)

  • Davetiye, gelinlik, nikah şekeri tasarımı,

  • Profesyonel ekibimiz bünyesinde; düğün hikaye fotoğrafları, gelin saç ve makyajı, kısa film tadında düğün videosu çekimleri,

  • Gelin ve damat için yurt içi/yurt dışı bekarlığa veda partisi organizasyonları,

  • Ve hayal ettiğiniz bir düğüne dair her şey...

    BRIDE'S ANGELS
    bridesangels@gmail.com

23 Ağustos 2009 Pazar

MUTLU OLMAK İÇİN...


Kimileri için Amerika’yı yeniden keşfetmiş olabilirim ama kendi adıma bir şey keşfettim: Mutlu olmanın ve hayattan zevk almanın yolu, insanın sevdiği işi yapmasından geçiyormuş meğer.
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


Özellikle insanlarla birebir iletişim içerisinde olan mesleklerin mensubu olan kişilerin işlerini severek yapmalarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Doktorlar, mağaza satış temsilcileri, şoförler, bankacılar, kasiyerler… Onlar sadece para kazanmak için mesai yapmıyorlar, aynı zamanda etkileşim içersinde oldukları insanların psikolojik durumlarını da etkiliyorlar. Örnek verdiğim mesleklerin eğitimleri arasında büyük uçurumlar var. Ama burada asıl önemli olan insan olmak. Karşılıklı yapılan mutlu bir alışveriş dünyanın dengesini kuruyor. Mutluluk bulaşıcıdır çünkü. Biri seni mutlu ederse sende bir başkasını mutlu etmek istersin.

BIKKIN PERSONELLER
Devlet dairelerinde bir işim olduğunda daima işlem yaptıracağım memurun karşısında gerilmişimdir. Hep bana mı rast geliyor bilmiyorum ama onlara nereye imza atılacağını, kaç vesikalık fotoğraf gerektiğini, işlem yapılan kağıdı daha sonra hangi birime götüreceğimi sormaktan çekinirdim. Çünkü karşımda mesaisi boyunca sürekli aynı sorulara maruz kalan bıkkın ve asabi memurlar vardır. Malumunuz, bürokrasi işlemlerimiz oldukça karışık olduğundan bazen anlayamadığım bir şey de olabiliyor. Bu gibi durumlarda azar işitmemek için pısık bir ses tonuyla karşımdakinin neler yapmam gerektiğini bir kerecik daha tekrar etmesini rica ederim. O anda dışarıdan kendime baksam kendimi tanıyamayacağımdan eminim. Yine de onlara hak vermeden edemiyordum. Birileri gelip bana da gün boyunca ayı soruları sorsa herhalde ben de cinnet geçiririm diye düşünüyordum. Ama zamanla olaya bu açıdan bakamamaya ve o memurlara hak verememeye başladım. Eğer ben aynı işi yapıyor olsaydım ve gün içinde birbirinin aynı olan sorulara maruz kalsaydım hizmet ettiğim insanlara asabi tavırlar sergilemezdim. Çünkü o sorulara cevap vermek de benim işimin bir parçası diye düşünürdüm. Şimdi karşıma aynı tarzda hayatından bezmiş biri çıktığında eskiden olduğu gibi sinmek yerine “Sevmiyorsanız bu işi yapmayın ama bana bu şekilde davranmaya hakkınız yok” diyorum. Maalesef pek bir anlam veremiyorlar bu sözlerime ve donup kalıyorlar. Umarım zamanla kafasına dank edenler oluyordur. Bir kişi bile sayemde hayattan zevk alsa kardır diye düşünüyorum.

KAÇINILMAZ OLANDAN ZEVK ALMAYA BAK:)
Özellikle şu sıralar iş sahibi olmak para kazanmak çok çok zor. Ortada pek bir seçenek de yok. O yüzden lütfen bu fikirlerim şımarıklık olarak algılanmasın. Güç bela bulduğu işte çaresizlikten çalışmak zorunda olanlar da işlerinden zevk almaya bakabilirler. Düşünsenize her gün lanet ederek iş başı yapmak, muhatap olduğu herkesle gerilim yaşamak… En başta kişinin kendisine yazık değil mi? Hayat o kadar kısa ki, günler su gibi akıp geçerken neden ortalama sekiz saatini kendini harap ederek geçiresin?

BAKKALIMI SEVİYORUM!
Birkaç yıl önce taşındığım şimdiki mahallemdeki bakkal bana çok şey öğretti. Bir insan sabahın yedisinde, gecenin on ikisinde, krizden önce, krizden sonra hep aynı pozitif enerjiyi nasıl barındırabilir içinde? İtiraf ediyorum; bazen canım sıkkınken bir şeyler almak için ona uğradığımda, mutluluğu sinirlerime dokunuyordu. Kimilerinin onu mahallenin delisi olarak addettiğine şahit oldum. Sonunda anladım ki asıl deli olan bizleriz. İşini gerçekten severek yapan bir mahalle bakkalını anlayamamışız hiçbirimiz. Demek ki hiçbirimiz işimizi severek yapmamışız. Onun bakkalı terapi gibi geliyor bana. Mutluluğu, enerjisi bana da bulaşıyor. Bende mutluğumu bir başkasına bulaştırıyorum. O bir başkası da başkasına… Çünkü mutluluk da tıpkı esnemek gibi bulaşıcı.


P.S: Para kazanmak için sevdiğiniz işi seçin. Seçme şansınız yoksa işinizi sevmeye çalışın.

14 Ağustos 2009 Cuma

CANIM HASTALIĞIM


SİZİ ÇOK KOMİK BİR HASTALIKLA TANIŞTIRMAK İSTİYORUM:
Yıllarca kendinize özgü olduğunu düşündüğünüz artık sizinle bütünleşmiş karakter özelliklerinizin aslında bir hastalıktan kaynaklandığını duysaydınız şaşırır mıydınız?
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


Ben çok şaşırdım. Şimdi de sizi şaşırtmak istiyorum. Şöyle ki; kendimi bildim bileli daima belli dönemlerde bazı yiyeceklere kafayı takar ve bıkmadan usanmadan onu yerim. “Nilüfer’in yeni takıntısı” diye takılır yakınlarım. Mesela bir ara tantuniye sarmıştım. Sabah, öğlen, akşam sadece tantuni yiyordum. Öyle ki sürekli sokaklarda yememe gönlü razı olmayan annem, evde tantuni yapmayı öğrenmişti.

Gerçek bir balık hafıza olmam en belirgin özelliklerimdendir. Çayı çaysız demlemeye çalışmalar, tüm isimleri birbirine karıştırmalar dolayısıyla isimlerini karıştırdığım insanların hayat hikayelerini de birbirine karıştırmalar ya da yüzmeye giderken mayo unutmalar… Sonra bir başka özelliğim de aşırı derecede üşümemdir. Ellerim yaz kış, eldivenli eldivensiz fark etmez çelik gibidir. Kansızlık gibi bir problemim de hiç olmadı üstelik. Herkes alışkındır ve bilirler ki Nilüfer’in elleri her zaman soğuktur.

Sonracıma girdiğim her ortamın baykuşuyumdur ben. Sabah kaçta kalkarsam kalkayım gece bir türlü uyumak bilmem. Uykucu yakınlarımın kabusu olmuşumudur sırf bu yüzden. Çünkü isterim ki onlarda bana uyumadığım süre boyunca eşlik etsinler. Oysa benden başka herkeslerin canı gece olunca yatıp uyumak ister. Yalnız en iyisinden en kötüsüne, yattığım bütün yataklardan dayak yemiş gibi kalkarım. Hatta bir ara ciddi ciddi şu cin hikayelerini kurgulamaya başlamıştım. Herhalde ben uykuya daldıktan sonra görünmeyen bu varlıklar beni sabaha kadar pataklayıp gün doğunca ortadan kayboluyorlardı. Aaa, bir de çok acayip diş gıcırdatırım. Dişlerimi korumak için gece yatarken kullandığım splint’i parçalamışlığım vardır.
Çalışma saatleri içinde değil ama mesaiye kaldığım zamanlar benim için tam bir ızdıraptı. İşten kaytarmak için ya da mesaiye kaldığım için hastalanmış numarası yaptığımı düşünen üstlerim muhakkak olmuştur. Oysa dışardan öyle düşünülmese de, benim pilim mesai saati dolduğu an biter ve ben gerçekten bitap düşerim.

Elim sürekli omuzlarımdadır. Sıkma, ovma pozisyonundayımdır. Kazara omzuma dokunanı hayatta affetmem hemen masaj isterim. Herkes şımarıklık yaptığımı sanır, oysa anlık bir rahatlama için dünyaları veririm. Bazen anneannemin, annemin, babamın enerji dolu hayatlarına bakar ve şimdi bu kadar bitkinsem onların yaşında kim bilir ne halde olurum diye geçiririm içimden.

Neyse, efendim bir gün boynum kaskatı tutuldu benim. Doktora koştum derhal ve yıllardır korkudan ertelediğim MR filmini çektirdim. Ardından üç şirin boyun fıtığım olduğunu öğrendim. Bir fizyoterapiste muayeneye gitmeye karar verdim. Fizik tedavi uygulanacaktı. Doktorum bana boyun fıtığı olmamın yanında bir de fibromiyalji romatizma hastası olduğumu söyledi. Uçsuz bucaksız ağrılarımın diğer sebebi de buymuş meğer. Eve gidince adını bile zor telaffuz ettiğim yeni hastalığımı internetten araştırmaya karar verdim. Hastalık belirtilerini okurken kalbim duracaktı. Benim yıllarca kişilik özelliğim sandığım ve anlamlandıramadığım her şey bu romatizmanın belirtileriydi. Gülsem mi ağlasam mı bilemediğim çok acayip bir duyguydu o anda hissettiklerim. Bir taraftan anormal olmadığım için sevinirken diğer taraftan kendime acıma hissimi bastıramıyordum. Yıllarca konuyla ilgisi olmayan onlarca doktora verdiğim paralar, mütemadiyen yaptırdığım laboratuar testleri için döktüğüm kanlar ve en önemlisi bunlar için boş yere harcadığım zamanı düşününce gerçekten üzüldüm. Ne kadar şanslıyım ki tesadüf eseri Türkiye’de bu hastalığı bilen az sayıda doktordan birine denk gelmişim. Zararın neresinden dönersem kar diye düşünüyorum ve kimse fibromiyalji hastası olup da hiçbir şeyin farkında olmadan yaşasın istemiyorum. Neredeyse temas ettiğim herkesle paylaşıyorum bildiklerimi. İşin ilginç yani hastalığın belirtilerini duyan herkes kendinden bir şeyler buluyor. Gerçekten ilginç ve komik bir hastalık bu. Bazı kötü tanılarını taşımadığım için böyle düşünüyorum belki de. Yalnız şu bir gerçek; yanımda olan herkesin özellikle unutkanlıklarım sayesinde pek eğlenceli bir hayatları var. Belirtilerin neler olduğunu http://www.fibromiyalji.org/ ‘u tıklayarak öğrenebilirsiniz. Fakat burada yazanları okuyup kendi tanınızı kendiniz koyamazsınız. Mutlaka konunun uzmanı bir doktora başvurmalısınız.

P.S: Tekrar bana dönecek olursak; hastalığımla son derece barışığım. Sabah ağrılı ve tutuk kalksam bile akşama doğru daha enerjik olacağımı biliyorum. En büyük tedavilerinden biri olan spor hayatımda zaten vardı ve olmaya da devam etmesi için artık iyi bir sebebim olmasına tuhaf bir şekilde çok sevindim. Gece uyumak bilmiyorum diye artık kimse beni eleştirmiyor. Kimse masaj talebimi geri çevirmiyor. Şımardıkça şımarıyorum ben de. Çok mutluyum çoook:)

8 Ağustos 2009 Cumartesi

70-80'LİK ÇAPKINLAR


“40’ından sonra azanı teneşir paklar” diye bir söz vardır. Eskiden yaş 35, yolun yarısıydı. Dolayısıyla 40 yaşa hayli geçkin bir yaş gözüyle bakılıyordu. Teneşir paklama kısmı da her şartta kabul görüyordu.
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


Oysa artık insan ömrü uzadı. 40 yaş da hayatın gerçek anlamda tadına varma yaşı oldu. “Hayat 40’ından sonra başlar” denmeye başlandı. Herkes bu fikre alıştı. Ardından geçtiğimiz yıllarda 50-60 yaş arası erkekler birlikte neredeyse bir ömürlerini paylaştıkları eşlerini gencecik kızlar için terk etmeye başladılar. Bu tipler de “Azgın teke” olarak addedildiler. Bunların ünlü ya da ünsüz pek çok örnekleriyle karşılaştık. Eleştirdik. Tartıştık. Hatta bir aralar günlerce basının ve medyanın gündeminde sadece bu konuyu ele aldık. İnsanoğlu zamanla her şeye alışıyor. Sonunda zor olsa da bunu da kabullendik…

Şimdiki yaş sınırımız 70-80.
Evet 70-80’li yaşlar. Yazması bile tuhaf geliyor. Üzgünüm ama bu bildiğimiz dede yaşı! Yani bu yaşta bir insanın genç biriyle izdivaç yaşadığını tezahür edebilmesi için epey geniş bir hayal gücüne sahip olması gerekiyor. Bu yaşlarda biriyle nerede ne zaman karşılaşsam daima şefkatle yaklaşırım. Yaşadığı hayatın yüzüne yansıyan çizgilerini saygıyla izlerim. Yaşlı olma duygusunun ne olursa olsun üzücü olduğunu düşündüğümden kimi zaman onların yanında genç olduğumdan dolayı utanç duyduğum bile olmuştur. Ve eğer bizzat şahit olmasaydım Halis Toprak gibi yaşını başını almış sübyancı zihniyetlerin varlığının sadece milyonda bir olduğunu düşünebilir ve meseleye fantastik bir bilim kurgu hikayesi gözüyle bakabilirdim.Ancak maalesef dedelerin ahir vakitlerinde kendilerini fena halde bozmaları konusunda artık fazlasıyla ayığım.

Su altında taciz
Üyesi olduğum tanınmış bilinmiş bir spor kompleksinde, sağlık problemim nedeniyle haftanın en az dört günü düzenli olarak yüzüyorum. Yüzerken transa geçtiğim için de etrafta neler olup bittiğiyle pek ilgilenmiyorum. Lakin bir gün bir şey fak ettim: Yan kulvarda aylardır görmeye alışık olduğum, ağzını burnunu kapatan koca deniz gözlükleriyle havuza giren amca su altında beni izliyor! Yemin ederim tüm iyi niyetimle ilk başta yanılıyorum diye düşündüm. Ancak suya dalıp aşağıda amcayla göz göze geldiğimde karşımdaki koca deniz gözlüklü şahsın hiç de iyi niyetli olmadığına emin oldum. Yani amca utanmasa bir şey kaçırmamak için havuzda şnorkel’le yüzecek. Hayır çok yaşlı olmasa bağırıp çağırıp kavga edeceğim ya da gidip şikayet edeceğim yönetime ama onu da yapamadım. Sadece ne yaptığının farkındayım dercesine dik dik baktım. Hala karşılaştığımızda aynı şekilde bakmaya devam ediyorum. O da koca deniz gözlükleriyle yüzmeye devam ediyor...

İlkini aratan ikinci taciz vakası
İlk şokumun ardından tam bu vakayı kabullenmişken, geçenlerde başıma bin beter bir havuz ve yaşlı amca vakası daha geldi. Bu seferki suyun altından bana cinsel organını gösterdi! Neredeyse bir avuç suda boğulmama sebep olan bu olay beni hayattan soğuttu. Suyun altında gördüğüm “şey” in üzerine yüzeye çıkıp yarım saat aralıksız yüzmeye devam ettim. Acaba farkında değil miydi? Kendisi gözlük kullanmadığı için, suyun altında birilerinin onun ne yaptığını görebileceğini düşünemedi mi? Kendisine ne yapmaya çalıştığını direkt sorsa mıydım? Çığlık atıp diğer havuz sakinlerinin başımıza doluşmasını sağlasa mıydım? Bunları düşünerek hızla yüzerken nefesimin tükendiğini fark ettim ve dinlenmek için havuzun kenarına tutundum. O sırada amca da havuzdan çıktı ve hemen karşımdaki duşa girdi. Gözümü diktim bakmaya başladım. Eğer o da bana bakarsa art niyetli olduğuna kanaat getirmeye karar verdim. Ne tekim kaçak gözlerle o da bana baktı. Duştan çıktı. Yemin ederim adamın yürümeye mecali yok. Peki bu nasıl bir zihniyettir? Ne geçti eline bana bir yerlerini gösterince? Ömrüne ömür mü kattı? Adamı şikayet etsem kepaze olacak, Allah muhafaza kalbi tutsa kendimi ömür boyu suçlu hissedeceğim.
Merak ediyorum, bu gibi zihniyetler acaba gençliklerinde nasıllardı? Hep böyleyseler belki bir derece affedilir olabilir. Hani “Can çıkar huy çıkmaz” hesabı. Aksi gibiyse, şöyle mi düşünüyorlar: “Ölüp gideceğim, hiç zamparalık yapmadım. Ne yapsam kar şimdiden sonra”. Bu daha dramatik diğerine göre ama yani yine kabul edilir değil. Bu yaşına kadar düzgün düzgün yaşamışsın. Neden öldükten sonra saygıyla anılmayı son dakika bilerek ve isteyerek reddediyorsun be adam! Hayır havuzda onca genç adam var delikanlı var. Onlar yapsa anlayacağım. Örnekleri çoktur en azından. Hakkını avucuna verip haddini bildirirsin hatta klüpten attırırsın olur biter. Bu 70-80’lik yaşlılara neler oluyor gerçekten anlayamıyorum. Elim kolum bağlı kaldı, işin içinden çıkamıyorum.

P.S: Belki de Halis Toprak’ın son izdivacı yaşıtlarını yüreklendirmiştir. Onların saklandıkları deliklerden çıkmalarına sebep olmuştur. Kim bilir, belki de benim başıma gelenler yeni başlayacak bir trendin sadece bir başlangıcıdır!

6 Ağustos 2009 Perşembe

BEN ÇOK ORJİNALİM DİYENLER BURAYA


Sevdiklerine hediye alırken farklı seçimler yapmak istiyorsan,
Evini orijinal tasarımlarla donatmak istiyorsan,
Her şeyden önce; ben çok orijinal bir tipim, daima sıra dışı olmak istiyorum diyorsaaan;
Tasarımcı Mine Atalar’ın kendi elleriyle hazırladığı ve “Minush” adını verdiği koleksiyonuna bir göz atmanı tavsiye ederim.
www.minush.net


P.S: Benim siparişlerim birkaç gün içinde elimde olacak. Sen de elini çabuk tut:)

5 Ağustos 2009 Çarşamba

ÇIKTI... "HER ŞEY DEĞİŞİR"


Coca-Cola’nın desteklediği ve geliri Coca-Cola Türkiye’nin Doğal Hayatı Koruma Vakfı ile birlikte yürüttüğü "Bafa'ya Su, Ege'ye Bereket" projesine aktarılacak olan “Her Şey Değişir” adlı single çıktı!
Pasaj Müzik tarafından hazırlanan projenin çok ilginç bir yanı var: Popüler müzik alanında Özcan Deniz, alternatif müzik alanında Pamela ve rap müzik alanında da Fuat bu proje için bir araya geldiler ve Türkiye’nin ilk en pozitif sözlü parçası olan “Her Şey Değişir”i birlikte seslendirdiler. Bu üç farklı sesi bir arada düşünemiyorum diyorsan, çabuk karar verme derim ben.


P.S: İşte o en pozitif sözler tam bu satırın altında:)

HER ŞEY DEĞİŞİR
hey, sesimi duyan var mı
dinle öyleyse
yepyeni bir gün başlıyor
belki farkına varmadın
kim bilir aklında ne vardı
korkma bir şeyi kaçırmadın

hayal değil mutlu olmak
kalbinden geçeni yaşamak
bir bakarsın her şey değişir
mutluluk artar paylaşınca
ona bir şans tanıyınca
her şey her şey değişir

hadi gel koşalım mutluluğa
hayatın tadını sen de yaşa

keyfin büyür paylaşınca
el ele tüm engelleri aşınca
paylaş imkansızı zorlayınca
nazikçe uyandır horlayınca
yaşadığın anın tadına var, durumu aş
anın tadını al ve sal bedeni o anda
masal sonu gibi ferahlatan anlam
çalacak kapıyı kanka

hep parlasın güneş, hiç durmasın diyorum
çok şey mi istiyorum
mutluluk olsun hayatta
paylaşalım dostlarla
hayat ibaret şu andan
yaşayalım geç kalmadan

hayal değil mutlu olmak
kalbinden geçeni yaşamak
bir bakarsın her şey değişir
mutluluk artar paylaşınca
ona bir şans tanıyınca
her şey her şey değişir

kararı kalbin versin
mutluluğa varım dersen
yarın güneş yine yükselir
hayat mutluluğu herkese verir
buradayım bekliyorum
hepimize yeter biliyorum
yeter ki anla
mutluluk artar paylaşınca

hayal değil mutlu olmak
kalbinden geçeni yaşamak
bir bakarsın her şey değişir
mutluluk artar paylaşınca
ona bir şans tanıyınca
her şey her şey değişir

hadi gel koşalım mutluluğa
hayatın tadını sen de yaşa

31 Temmuz 2009 Cuma

EN POPÜLER "G" 3G


“G” harfi ve “3” rakamı en popüler günlerini yaşıyorlar şu sıralar. Gerçek bir teknoloji fakiriyim ve maalesef meseleye bakış açım ilk etapta bu yönde... Diğer açılardan ele almak için ise bolca araştırma yapmam gerekti. Eğer senin de benim gibi kafan karıştıysa şunu bilesin; bu yazı tam sana göre!
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


Hayatımıza giren bu son model teknolojinin nimetlerinden faydalanmak ve olan bitenden haberdar olmak için okumaya devam et...
Her şeyden önce, 3G teknolojisinin Türkiye’de kullanılmaya başlanması sanki yeni bir çağa girmişiz gibi lanse ediliyor. Bunda reklam, pazarlama ve rekabet faktörlerinin rolü çok büyük. İçinde bulunduğumuz durumun Sevgililer Günü öncesi mağazaların vitrinlerini kırmızı kalplere boyamalarından ve insanların gözüne soka soka bir şeyler satın almaya teşvik etmelerinden pek bir farkı yok. 14 Şubat haftası sevgilisi olmayanın kendisini eksik hissetmesine neden olan pazarlama taktikleri bu kez de 3G teknolojisinden faydalanmayanların kendilerini eksik hissetmelerine sebep olacağa benziyor. Oysa 3G meraklılarına kendilerini kesinlikle böyle hissetmemelerini ve herhangi bir 3G ürünü almak konusunda acele etmemelerini tavsiye ediyorum. GSM bayileri dolup dolup boşalıyor. Dışardan bakan biri bu teknolojinin nimetlerinden bedava faydalanacağını sanabilir. Oysa Türkiye tüketicilere diğer ülkelerle kıyaslandığında hiç de hesaplı bir tarife tablosu sunmuyor. Hemen bu noktada bir tavsiye vereyim; biraz sabırlı olun. İlk etapta belirlenen aylık tarife seçenekleri kesinlikle değişecektir. Üç operatör arasında büyük bir rekabet var. Dolayısıyla en uygun fiyatlı tarifeyi edinmek için azıcık daha beklemekte fayda var.

GEÇ OLDU GÜÇ OLACAK MI?
Bizde neredeyse Türkiye’nin icadı sanılan 3G aslında yıllardır dünyanın pek çok ülkesinde hali hazırda kullanılan ve artık son derece sıradan bir şeymiş gibi algılanan bir teknoloji. Düşünün biz 3G’yi kullanan 122’inci ülkeyiz! Bu popüler “G” hayatımıza damdan düşer gibi girmedi bu arada. 3G’ye giden tarihi gelişimi en basit şekliyle şöyle aktarayım sana. Önce 1G vardı, basit ses aktarımını sağladı. Sonra 2G geldi ve sese ek olarak mesajlaşmalarımıza destek verdi. 2,5G bir geçiş dönemiydi ki o da; GPRS gibi ağ bağlantılarının kullanımına yol verdi. Yeni tanıştığımız 3G ise her ne kadar daha çok görüntülü telefon konuşmalarını sağlayacakmış gibi lanse edilse de; aynı zamanda yüksek hızda internete bağlanmamızı, canlı televizyon yayınlarını izlememizi de sağlayacak.

Şimdi gelelim avantajlara ve naçizane acabalarıma!
Avantaj 1

Satın alacağın 3G modemi internet bağlantısı olmayan bir yerde olsan bile dizüstü bilgisayarının USB çıkışına takarak 3G kapsama alanına giren her yerde internete hızlı bir şekilde bağlanabileceksin.
Acaba 1
3G’nin kapsama alanına giren yerler nerelerdir? Her fırsatta en uzak tatil beldelerinin dahi baz istasyonlarıyla desteklendiği belirtiliyor. Hala cep telefonlarının çekmediği yerler mevcutken 3G’den ne derece faydalanılabileceğini bize zaman gösterecek.
Acaba 2
Teknolojiden sonuna kadar faydalanmaya çalışırken neredeyse adım başı kurulan baz istasyonları insan sağlığını ne yönde etkiler?

Avantaj 2
Halihazırda kurulu olan kamera düzeneğine cep telefonun üzerinden bağlanabileceksin. Böylece işteyken evde evdeyken işte neler olup bittiğini takip edebileceksin.
Acaba 2
Bebek sahibi olan annelerin bakıcıların attığı her adımı takip etmesi açısından faydalı olabilir. Acaba personellerin iş verenleri tarafından izlenmeleri kendilerini nasıl hissettirecektir? Her an takip edildiğini bilmek iş verimini ve çalışan psikolojisini ne yönde etkiler?

Avantaj 3
Görüntülü çağrı merkezi uygulaması, özellikle işitme engelliler için büyük avantaj sağlayacak Kimseden yardım almadan telefonla işlerini halletmek kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak.
Acaba 3
Kaç kadın çağrı merkezi personeli kendini bilmez kişilikler tarafından tacize uğrayacak ya da ti’ye alınacak?

Avantaj 4
Bilgisayar ortamında kamera ve mikrofonla çok uzaklardaki yakınlarınla yüz yüze konuşabilirken şimdi minik bir aletle üstelik hiçbir yere bağlı kalmadan görüşme yapabileceksin.
Acaba 4
Acaba kaç kişi yalan söyleme hastalığına yakalanacak? Yanlış anlaşılmasın, yalan söylemek için o sırada illa ki sevenlerin birbirlerini aldatmaları gerekmiyor. Tuvalette olduğunu sevgilisiyle paylaşmak istemeyenler de olabilir.
Acaba 5
Görüntülü konuşma teklifini kabul etmediği için kaç seven yollarını ayıracak?

Avantaj 5
Ekonomik kriz almış başını son hız giderken 3G sayesinde piyasalar büyük ölçüde canlanacak.
Acaba 5
Cep telefonu faturalarına ek olarak 3G teknolojisinden faydalanmak için ne kadar bütçe ayrılması gerekecek?
Acaba 6
Kaç kişi bir şeyleri yanlış anladığı için yok yere para dökecek?

P.S: Belki çok şüpheciyim belki de yeniliklere pek açık değilim ama en iyisinin azıcık daha beklemek olduğundan eminim:)

27 Temmuz 2009 Pazartesi

KIRO AMA HUZURLU OLMAK


Okuduğum gazeteyi elimden bırakıp derin bir “Oh” çektim. İçim çok rahat artık. Yalnız değilmişim meğer. Gece yatmadan karın ağrıları çekerek gardırobumun önünde yarın ne giysem derdi çeken bir tek ben değilmişim.
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


İngiltere’de bir giyim firması 16-60 yaş arası 2 bin 491 kadın arasında bir araştırma yapmış ve kadınların ortalama olarak yaşamlarının 287 gününü gardıropları karşısında ne giyeceklerini seçebilmek için geçirdiklerini tespit etmiş! Çok trajik olsa da işte bu haber beni çok sevindirdi. Beni ancak bu derdi çekenler anlar. Hakim karşına çıkıyor gibi hissediyorum her gece kendimi. Ha bu arada neden gece? Çünkü benim durumum biraz farklı. Giyecek seçimini sabaha bırakırsam karar aşamasına geçemiyorum ve gideceğim yere banko geç kalıyorum. Sonunda tecrübelerime dayanarak yıllar önce işimi geceden halletmek gibi bir alışkanlık edindim. Her gece minik taburemi gardırobumun karşısına çekip oturuyorum ve kombinasyon rüzgarının sirkülasyonuna bırakıyorum kendimi. Kıyafet altına giyeceğim ayakkabıdan elime alacağım çantaya, kullanacağım aksesuara kadar her şeyi belirleyip öyle dalabiliyorum uykuya. Kazara bu ritüeli yapmadan yatağa girdim mi, yandım demektir. Uykuya dalmak haram bana. Hani pazarcılar önlerindeki tezgahlardaki kıyafetleri harmanlayıp alt üst ederek “Gel gel batan geminin malı bunlar” diye bağırırlar ya, işte aynen benim de tüm kıyafetlerim havalarda uçuşarak gözümün merceğine çarparak uçuşmaya başlarlar havada. Onlar uçuşurken bir kombinasyon seçebilirsem ne ala. Aksi taktirde sabahın ilk ışıklarını gördüğümü bilirim. Ne şimdi yani reva mı bu? İnsanın ömründen ömür gidiyor işte.

KADER ANI: HAVA DURUMU
Geceden hazırlanan kıyafetlerin sabahki hava şartlarına uymadığı durumlar olabiliyor bazen de. İşte bu var ya, ben ve benim gibilerin başına gelebilecek en büyük cezadır. Biri bana beddua edecekse açık ve net söylüyorum; sabah hava değişimi olmasını dilesin. Güneşli bir güne beyaz pantolon giymeyi planlarken sabah bir kalkıyorum ortalığı sel almış! Elim ayağıma dolaşıyor, beynim sulanıyor ve kombine yeteneğimi tamamen kaybediyorum. Beni mor tayt üstüne kırmızı beyaz puantiyeli bir body ile görürseniz bilin ki o sabah hava şartları ani değişime uramış ve ben saçmalamışım.

ZÜĞÜRT TESELLİSİ
Yine aynı araştırma özellikle gece kıyafeti seçiminin daha çok zaman aldığını göstermiş. Neyse ki bana gece gündüz fark etmiyor, benim için gecesi de aynı dert gündüzü de. Hatta ben gece kıyafeti seçimi için hiç kafa yormuyorum. Züğürt tesellisi gibi olacak ama seçim aşamasında cinnet geçireceğimden emin olduğum için kendimi mağazaların kucağına atıp her özel gecede yeni bir şey satın aldığım pek sık görülmüştür.

VAR MI FORMA GİYMEK GİBİSİ?
Bazen gerçekten lise, ortaokul yıllarımı özlüyorum. Forma giymek gibi güzel bir şey var mı şu hayatta? O yılları hiç iyi anmasam da çoğu zaman sırf bu yüzden o günlere hasret çektiğim oluyor. Gece huzur içinde yatağa giriyor sabah huzur içinde kalkıyordum en azından. Zaten eski fotoğraflarıma videolarıma bakıyorum da pek bir kıroymuşum o yıllarda. Cinnet anlarım olmadığı için alışveriş tutkum da başlamamış, dolayısıyla kıyafet sayısı az, seçenek az, dön dolaş aynı şeyleri giymiş durmuşum...

P.S: Bir seçim yapmam gerek belki de. Şık ve asabi olmak mı? Yoksa kıro ve huzurlu yaşamak mı? Beni tanıyan ve ilgilenenler arada bir giyinme odamın penceresine çevirsinler rotalarını. Her an cinnet geçirip “Batan geminin malı bunlar” diye tüm gardırobu camdan aşağıya boşaltabilir ve huzurlu bir yaşamı tercih edebilirim.

19 Temmuz 2009 Pazar

ESKİ BİR SİGARA TİRYAKİSİNİN GÖZÜNDEN "19 TEMMUZ" YASAĞI


Sayılı gün çabuk bitermiş. Daha bir yıl var derken “O” gün geldi çattı ve sigara içmek artık Türkiye’de resmi olarak yasaklandı.
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ


Çoğu mekan sahibinin yönergede yer alan sigara içilebilen ve içilemeyen mekanları tanımlayan karışık kuruşuk cümleleri anlamaları bile zaman alacak bana göre. Haybeye ceza yiyecek olanlara şimdiden geçmiş olsun diyorum. Verilen tarife göre benim anladığım; dört ve üç tarafı duvarla çevrili olan tüm topluma açık mekanlarda bu yasak geçerli olacak.

Geçenlerde İstanbul’da yer alan klas mekanların birçoğu sigara yasağına harfiyen uyacaklarını açıkladılar. Benim asıl merak ettiğim onlar değil de mahalle aralarındaki kahvehaneler, kıraathaneler. Özelliklede bıçkın delikanlıların olduğu mahallelerde tüm gününü okey ve pişpirik oynayarak geçiren zihniyetlerin bu taptaze yasağa nasıl riayet edecekleri. Bahçesi olan, kapısının önüne iki üç masa atabilen yazın idare eder de kışın ne olacak? Kaç kahveci sigara içmeye kalkanları uyaracağı için dayak yiyecek yüzü güzü şişecek Allah bilir. Önümüzdeki bir yıl içinde suç oranı ikiye üçe katlarsa hiç şaşırmayacağım.

Diğer yandan, İstanbul’da mekanlar, kışın bahçelerini-kapı önlerini; yemek için, içmek için değerlendirirler. Burada yaşayanlar da ezelden beri bu kültüre alışıklar zaten. Uygun ortamı olan mekanlar sigara yasağı yüzünden kaybedeceklerini düşündükleri müşterilerle birlikte kazançları azalacağı için çok da fazla endişe etmesinler. Asıl Anadolu şehirlerindeki mekan sahipleri ne yapsın? Anadolu’nun pek çok şehrinde kışın kapı önünde bahçede oturmak gibi bir kültür yoktur. Zaten mekan sahipleri de öyle bir imkan sunmuyorlar. Yaz bitti mi? Hoop masa sandalye içeri. Anadolu’da ekonomik krize ek olarak sigara yasağının vereceği kayıplar epey kepenk indirir gibi geliyor bana.

Sigara’nın Türkiye’de yasaklanmasının sebep olacağı bir diğer sonuçta; insanların sırf rahat rahat sigara içmek uğruna kendilerini evlerine hapsedecekleri yönünde olacak sanırım. Herkes yaz kış evlerde toplanıp yemek yiyecek, içki içecek, oyun oynayacak… Dışarıda yemek yense bile insanlar geceyi erken noktalayıp koşa koşa eve sigara içmeye gidecek. Barlar daha saat gece yarısını bulmadan yarı yarıya boşalacak. Düşününce sanki bütün dengeler alt üst olacak gibi geliyor. Alışık olduğumuz ortamda yabancılaşmaya başlayacakmışız gibi geliyor. Bilimkurgu filmleri gibi.


Aslında bu yasak sigara tiryakileri için gerçekten çok can sıkıcı. Tüm dünyada kullanılan “Türk gibi sigara içmek” deyiminin ortaya çıkmasına sebep olmuş, sigara tüketimi oldukça fazla bir ülke olarak işimiz gerçekten zor. Zaten pek çok ülke Türkiye’de yürürlüğe konulan bu yasağı oldukça şaşırtıcı buldu. İnşallah yüzümüz kara çıkmaz. Sigara yasağını destekler şekilde ifadelerde bulunmama aldanmayın. Zira karşınızda sigarayı on yıl boyunca yoğun bir şekilde kullanmış ve sadece beş ay önce bırakmış biri var. Sigarayı bilerek ve isteyerek kendi hür irademle ve dışarıdan hiçbir yardım almadan bıraktım. Nikotin sakızı bile çiğnemedim. Bunu yapmayı uzun zamandır istiyordum. Nasıl yapsam diye düşünürken yasağı beklemeye karar verdim. 19 Temmuz artık benim miladım olacaktı. Bu arada tesadüfen yaklaşık olarak iki yıldır sigara yasağı uygulanan İsveç ve Japonya’ya gittim. İyi ki gitmişim. Bu seyahatlerin en güzel yanı, eğer burada da başarılı olursa, sigara yasaklandığında neler olacağını görmüş olmamdı. Açık söylüyorum bu yasa sigara içen biri için gerçek bir işkence. İsveç, Japonya’ya göre bir tık daha esnek. En azından orada bardan, restorandan çıkıp kapı önünde tellendirebiliyorsun sigaranı. Tabii içkileri içerde bırakmak kaydıyla. İsveç’te bulunduğum süre içinde en büyük hedefim sigaram ve şarabımı aynı anda tüketebilmekti. Bunu başarabildiğim tek yer ise İsveç’in Reina’sı olarak tanımlanan Opera adlı restoran bardı. Ben şanslıydım ama pek çok İsveçli’nin benim kadar şanslı olmadığına eminim. Zira Opera cidden pahalı bir mekan. Reina’ya kaç Türk’ün gidebildiğini hesaplayacak olursanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Japonya’ya gelince, burası sigara içenler için tam bir işkence ülkesi. Sayılı restoran ve barlar dışında sokakta sadece belirli noktalarda sigara içilmesine izin veriliyor. Ölçme biçme yeteneğim yoktur, o yüzden şu kadar metre de bir ya da km de bir diyemeyeceğim ama koskoca bir caddede sadece ciddi uzaklıklarda belirlenen noktalarda yasak uygulanmıyor. Bu minik noktalarda da içtiğiniz sigaradan bir şey anlamıyorsunuz zaten, cezalı gibi arkanızı yola dönüp hızlı hızlı içinize çektiğiniz duman başınızı döndürüyor ve o an içinde bulunduğunuz durum çok anlamsız geliyor. Sonunda lanet olsun içmeyim şu illeti diyip sigarayı daha ortasına bile gelmeden söndürüyorsunuz.

İşte tüm bu anlattığım işkence dolu anları üç gün beş gün değil hayatımı sürdüğüm ülkede ömrüm boyunca yaşayacağımı düşününce kafama iyice dank etti. Zaten bana zarar veren bir şey de olduğu için yasak gününü bile beklemeden sigarayı bırakmaya karar verdim. Eğer o gün bıraksaydım kendi isteğimle bırakmış gibi hissetmeyecektim ve bu kadar istikrarlı olamayacaktım belki. Ne yalan söyleyim şimdi halimden çok da memnunum. Darısı tüm sigara tiryakisi dostlarımın başına!

P.S: Bu gece bir karar alıp içi dolu sigara paketini çöpe atarak kendini işkence dolu günlerden kurtarmaya ne dersin?

15 Temmuz 2009 Çarşamba

AŞK'IN HAYATINI KURTARMA VAKTİ


Yıkılan onca manevi değerin arasında sıkışıp kalmış, pek çok kişinin çoktan tanıştığını zannettiği ama yazmaktan ya da dile getirmekten başka hiçbir gereğini yerine getirmediği, en değerli, ilahi duygu olan; AŞK”ı kimsenin basite almasına izin vermeyelim.
Nilüfer KARACiĞAN ŞAŞMAZ


Artık herkes her şey hem çok zor hem bir o kadar kolay. Sınavlarla boğuşmak, para kazanmak, kazanılan parayla idare etmek, okula, işe yetişmek… İşin aslı genel olarak, madde içeriği olan her şey çok zor. Oysa arkadaş olmak, dost olmak, sevmek, aşık olabilmek ne kadar kolay? Bu sadece benim mi dikkatimi çekiyor bilmiyorum ama insan ilişkilerinin bu derece kolay kurulabilmesi beni rahatsız etmeye başladı. Çünkü ilişkiler ne kadar çabuk kuruluyorsa aynı hızda yıkılıveriyor. İnsanların büyük çoğunluğu güne birine aşık olarak başlayıp geceyi aynı kişiden nefret ederek kapatabiliyor. “Seviyorum, ondan başkasını gözüm görmez, başka kimsenin yanında kendim olamam, işte bu benim ruh eşim...” Bunlar neredeyse benim her gün duyduğum cümleler. Peki ya sonra? Sonrasını söyleyim; ilan-ı aşk edenlere ilişkilerinin ne alemde olduğunu sorduğumda, karşımdakilere kimden söz ettiğimi hatırlatmak için kayıp şahısların eşkalleriyle birlikte bir de robot resimlerini çizdirip vermek zorunda kalıyorum. Durum bu derece vahimJ

Aşk Tehlikede!
Artık hepimizin durup bir silkelenmesi lazım. Neden sadakatsizlikler bu kadar çok? Neden büyük umutlarla kurulan yuvalar, birliktelikler bir anda dağılıyor? Neden büyük en büyük aşklar kelebek ömrü kadar kısa sürüyor?
Çünkü artık herkes çok sabırsız. Çünkü kimsenin kimseye tahammülü yok. Karşındaki seni bir kereye mahsus anlamadı mı? Dinlemedi mi? Aramadı mı? Hooop, bitir gitsin, nasıl olsa yenisini bulursun. Ne tekim buluyorsun da. Senin sebeplerinle, senin gibi sevgilisini paldır küldür terk etmiş bir adayla illa ki karşılaşıyorsun nasılsa. Tabii birbirinizi ne derece mutlu edersiniz o tarafı tartışılır.
Evet yazılanları okuyup: “Ama beni terk eden o, ama ben aşk acısı çekiyorum, ama o bana tahammül edemedi” demen mümkün. Çağın en popüler hastalığı “Aşk Acısı” zaten. İyi de çektiğinin aşk acısı olduğunu nereden biliyorsun? Onu görmek isteyip göremeyince, aramak isteyip arayamayınca, biraz uzak kalınca içini kaplayan o duygunun aşk acısı olduğunu sanıyorsun ama üzülerek söylüyorum; yanılma ihtimalin çok yüksek!

Aşk Dediğin...
Çekilen o acının; en büyük paydasını terk edilmekten kaynaklanan hırsa, diğer çoğunluğunu yarım kalmış bir şeylerin tamamlanamamış olmasına, yani yaşanamayanların içte kalma duygusuna, son olarak en küçük payı da birazcık hoşlanmaya bağlayabiliriz, hepsi bu! Kendini sorgulayıp bana hak verenlerin yanında karşı çıkanlar da olacaktır. Hayal kırıklığı yaşamana gerek yok. Duygular böyle yanlış yaşanacaksa hiç yaşanmasın daha iyi. Aşkın tanımı ne? Bunu hiç sordun mu kendine? Herkes aşkı farklı yaşar orası kesin. Daha yoğun, daha acılı, daha tutkulu... Gece uykuya onu düşünerek dalıp sabah gözünü açtığın anda yine sadece onu düşünüyorsan, sokakta gördüğün tüm erkeklerde/kadınlarda ondan bir şeyler bulup ona benzetiyorsan, onun olmadığı yerde onu düşünüp bulunduğun ortamdan hiç keyif alamıyorsan, çocuklara, hayvanlara olan sevginde fark edilir derecede bir artış gözlüyorsan, etrafındaki renkler fosforlu denecek kadar canlı geliyorsa gözüne, ona cep telefonundan ulaşamadığın anda seni aldattığını düşünmek yerine başına bir felaket geldiği için sana cevap veremediğini düşünüp endişeleniyorsan, işte bunun adı: “AŞK”tır.

Aşk’ı Korumaya Alalım!
Bu en özel manevi duyguyu hafife alma. Sokakta ilk gördüğün yakışıklıya/güzele “Aşık oldum” derken dur ve bu kadar kolay mı gerçekten diye bir an düşün. Kendini frenle biraz. Şu an okuduklarını yakınlarınla paylaş. Onu koruyup özel kılmak adına çevrendeki o minicik kitleye gerçek Aşk hakkında bildiklerini anlat, onu çok uzun zamandan beri saplanıp kalmış olduğu o sıradanlık bataklığından kurtarmakta ufakta olsa bir katkın olsun.
(2005)

P.S: Herkese iyi aşklar:)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

FACEBOOK SAYIKLAMALARIM


Facebook’tan yana çok dertliyim. Karışık duygular içersindeyim. Bir dargın bir barışığım kendisiyle. Bazen onu ardıma bile bakmadan soğukkanlılıkla terk etmek istiyorum. Kimi zaman da iyi ki var, onu iyi ki tanımışım diyorum. İnişli çıkışlı bir aşk yaşıyoruz. O bir şey yapmıyor gerçi, ben kendi kendime sayıklıyorum.
Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ

Onunla birlikteliğimiz pek çok kişinin aksine epey eskiye dayanıyor. Kendisiyle ilgili olarak o zamanlar çalıştığım dergide bilişim konusunda hazırladığım dosya içersinde bir şeyler karalamaya karar vermiştim. Facebook hakkında uzun uzun yazmama gerek olup olmadığı konusunda dil dökmek zorunda kaldığımı çok net hatırlıyorum… Neyse, hakkında yazı yazacağım siteyle ilgili içerden de bilgi toplamam gerektiği için “0” arkadaşlı olarak üyeliğimi başlattım. Yazım o ay dergide yayınlandı. Birkaç yazılı mecrada daha kendisiyle ilgili haberlere rastlamaya başladığım sıralardı, iki üç ay sonrası yani. Şifremi dahi unuttuğum Facebook’a güç bela tekrar girdiğimde, seksen küsur arkadaş olma talebi gelmiş olduğunu gördüm ve gözlerime inanamadım. Oysa belki de o gün üyeliğime son verecektim ve her şey başlamadan bitmiş olacaktı. Çok aktif bir kullanıcı olmasam da, bu sitenin üyesi olarak kalmaya devam etmenin ne zararı olabilir diye düşündüm ve gelen arkadaşlık tekliflerinin hepsini değerlendirdim.

TÜRKAN ŞORAY KURALLARI
Şimdiye kadar tanımadığım veya en azından on tane ortak arkadaşım olmadan kimseye arkadaş gözüyle bakmadım ve gelen arkadaş olma taleplerini asla kabul etmedim. Bu bağlamda bana özel fotoğraflarımı albümüme yüklemekte de bir sakınca görmüyorum. Nasıl olsa sadece arkadaşlarımla paylaşmış olacağım. Ama bazen Facebook’ta olan biten her şey o kadar saçma geliyor ki! Kendi albümümdeki fotoğraflardan sıkılıyorum, onların orada bulunmasını manasız buluyorum. Bunun yanında, pikniğe giden, konsere giden, düğüne giden, kınaya giden, ev oturmasına giden herkes onlarca fotoğrafını sitenin albümüne yüklüyor. Sonra birileri bu fotoğrafları beğeniyor, yorumlar yazıyor ya da beğenmeyip yeri geldiğinde dalga geçiyorlar. Bir fotoğraf altına yapılan yorumlar yüzünden kaç yıllık arkadaşlıkların yıkıldığına şahit oldum. Yemin ederim. Ayrıca birebir şahit olmadım ama eminim Facebook’un sunduğu sınırsız nimetler yüzünden ayrılanlar, boşananlar da olmuştur. Mesela gazetede, boşanmak isteyen kocanın mahkemede hakime karısının Facebook’taki uygunsuz resimlerini delil olarak sunduğunu ve bunun boşanma davasını hızlandırdığını okumuştum. Bu nasıl bir şeydir?


Resim altlarına ben de yorum yazıyorum. Evet bunu yapmıyor değilim. Ama yemin ediyorum yazdığım anda içimi bir pişmanlık kaplıyor. Hemen silmek istiyorum. Kendi yazdıklarımdan utanıyorum sonra okuduğumda. Aaa bu arada, benim yüklediğim fotoğraflara da güzel yorumlar yapılsın istiyorum. Yorumsuz veya az yorumlu bir fotoğrafım varsa üzülüyorum. Kimse benimle ilgilenmiyor, dikkate alınmıyorum diye düşünüyorum, içim sıkılıyor. Sonra yorumlu fotoğraflarıma baktığımda, yine olan bitenin ne kadar anlamasız olduğunu düşünüyorum. İşte tam o anda Facebook’tan ayrılmaya karar veriyorum.

NE DÜŞÜNÜYORSUN? AYAK TIRNAKLARIMI KESTİM. HAFİFLEDİM, ÇOK MUTLUYUM!
PAYLAŞ

En sinir olduğum ve şimdiye kadar bir kere bile denemediğim şey ise; yaptığım her şeyi ama her şeyi herkese bildirmek. Tatile nereye gittiğini yazanlar, akşam yediklerini mönü misali listeleyenler, kocasıyla-karısıyla-sevgilisiyle kavgasını, yaşadığı romantizmi an be an bildirenler, ilgi çekmek için gizli mesaj içerikli yazılan durum raporları… Saymakla bitmez. İyi de bunlardan bana ne diyorum okudukça. Okumayım diyorum ama lönk diye çıkıyor bir yerden karşıma. Bazen de ortak arkadaşlarımız nedeniyle hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına veya durum raporlarına şahit oluyorum ki beni bunun kadar yıpratan bir şey daha olamaz. Sırf bu yüzden hafızamdan şüphe eder hale gelmiştim bir aralar. Biriyle karşılaşıyorum dışarıda, tanıdık biri diyorum, nerden olduğunu bir türlü çıkartamıyorum, deli oluyorum düşünmekten. Sonunda kendimle barıştım; anlamlandıramadığım bütün simalar bizim Facebook’un marifetiymiş meğer. Orada burada rastladığım, o tanımadığım insanların fotoğraflarındaki simalarmış hepsi. Zira gördüğüm yüzleri ölümüne unutmam.

+1 Arkadaş Olarak Ekle
Bu kadar saydım sövdüm ama benim hiç arkadaşlık talebi göndermediğimi düşünüyorsan yanılıyorsun demektir? İtiraf ediyorum bunu yaptım! Bütün arsızlığımla hayranı olduğum; Uykusuz ve Penguen dergilerinin tüm yazar kadrosuna gözümü karartıp “Beni arkadaş olarak ekler misiniz?” talebinde bulundum. Hatta burada yeri gelmişken beni hiç ama hiç tanımadıkları halde arkadaşları olmaya layık gören Uykusuz ve Penguen emektarlarına çoook teşekkür ediyorum. Bir zararım yok zaten onlara, uslu uslu duruyorum diğer arkadaşlarının arasında. Biraz da eğer bir şey yazarsam “Bu kız kimdi?” diyip beni listelerinden silerler diye korktuğumdan sesimi çıkartamıyorum aslında.

Facebook’la başım dertte anlayacağın ve ne yapsam bilmiyorum. O beni bırakmadan ben ondan vazgeçemeyeceğim sanırım. Popüler kişiliklerle ilişki yaşamak zordur. Popülaritesi bitene kadar beklemekten başka çarem yok. O zamana kadar sadece iş odaklı yaşayacağım ilişkimi. Çünkü gerçekten bu anlamda çok faydasını gördüm. Pratik oluyor ne yalan söyleyeyim:)

P.S: Ama yine de her an ondan vazgeçebilirim?!?!