21 Mart 2012 Çarşamba


FETİH 1453 NEDEN O KIZ?



Neredeyse bir buçuk yıl önce öğrendim Fetih’in çekileceğini. Avatar fırtınasından hemen sonra… Greenbox’da çekim yapılacak diye duydum. Nasıl heyecanlandım anlatamam. Sonunda bizim de Oscar’lara kafa tutacak bir filmimiz olacaktı. Konu sağlam, teknik sağlam, oluru var yani. Zaman aktı geçti, film vizyona girdi. Hani insan çok yorgun olduğunda yatağa yatınca zevkten uyuyamaz ya, ben de filme gitmeyi sürekli erteledim durdum. O heves hiç bitmesin istedim. Sonunda geçtiğimiz hafta heyecan içinde biletimi aldım mutlu mutlu koltuğuma kuruldum ve Fetih 1453’ü izledim…

FATİH’İN TRANSPARAN GÖMLEĞİ İKAZ NİTELİĞİNDEYMİŞ DE BİZ ANLAYAMAMIŞIZ

Fatih Ulubatlı Hasan’la avluda dövüşüyor. Haberciler Fatih’ e babasının öldüğü haberini getiriyorlar. Fatih’in üzerinde şovalyelerin giydiği türden bol kollu, boyun bölgesi büzgülü beyaz bir gömlek. Talime ara veriyor ve kendisine verilen mektubu okumaya başlıyor. Bu sırada mektuba yakın plan giriliyor. Gel gelelim ben mektuba değil, Fatih’in sözde terden üzerine yapışmış transparan beyaz gömleğinin ardından görünen Adanalı kebap ustalarını andıran kara kıllarından gözlerimi alamıyorum. Aman allahım o ne mide bulandırıcı bir görüntüdür. Böğğğh! Hala aklıma geldikçe safra salgılıyorum… Aslında bu kare filmin akıbeti hakkında çok şey ifade ediyormuş da ben iyi niyetimden kendimi kandırmışım meğer.

NEDEN O KIZ?

Fatih’in estetikli kıkırdak manyağı burnuna zamanla alışsam da Hasan’ın sevgilisini oynayan Era’ya gözüm asla alışamadı. Oyunculuk facia, diksiyon facia, kafadaki peruk facia... İlla ki bir aşk katalım senaryoya diye sokuşturulan Hasan Era aşkı insanın aşktan soğutacak türden yıpratıcı. Yaşlı ve huysuz kadınlar gibi yüksek sesle her Era’lı sahnede “Neden bu kız?” diye söylenmekten kendimi alamadım. Düşünyorum da ne çok söylendim be ya. İzleyicinin sabrına sağlık, hiçbir uyarı almadan tamamladım seansı.

GREENBOX BİZDE OLMUŞ TOYBOX

Greenbox teknolojisini nasıl katlettiğimizi uzun uzun anlatacak değilim. Şu kadarını söyleyim, TRT Çocuk kanalında üç kızın kuklalarla konuştukları benim çekebileceğim tarzda basit bir program var, yemin ediyorum o bile daha profesyonel kalır Fetih’in yanında.

PATATES BASKI GİBİ CAST SEÇİMİ

Cast seçimini kim yaptıysa kimsenin fikrini almadığı kesin. Burnunun dikine giden, kararlı, ne istediğini bilen biri kendisi. Kişilik analizini yapabilirim yani o derece tek tip seçimler yapmış kendisi. Tüm erkek ve kadınlar aynı kalıptan çıkmış gibi. Saniyelik görünen figüranlar da ana karakterleri oynayanlar da hep aynı tip. Patates baskı gibiler. Öyle ki Hasan’ın Guistiniani ile dövüştüğü sahnede bir ara kim dostumuz kim düşmanımız karıştırdım. Bari saç kesimleri farklı olsaymış.

ÖBÜR KIZ NEDEN SÜSLENİYOR?

Fatih’in neden bir türlü halvete girmediğini de çözebilmiş değilim bu arada. Karısı mütemadiyen elinde aynası, cariyelerince hazırlık faslında çıkıyor karşımıza. Gel gelelim halvet faslı asla gözükmüyor. E o zaman insan diyor tabii, bu kadın deli mi, neye ve kime süsleniyor bu kadar diye…

ARTİST GİBİ SESSİZ BİR FİLM OLSA DAHA İYİYMİŞ

Filmin repliklerini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Aman diyeyim. Gül gül karın kası çalıştırdım. Bizanslıların Macarlar’dan yardım istedikten sonra son durumlarını gözden geçirdikleri bölümde sözde Bizans’lı amcamın “Bu Macarlar da nerede kaldı yahu?” sorusu duygularımı anlamanız açısından tarafımdan verilmiş bir örnektir.

ALKIŞLIYORUM

Filmin tek ilgimi çeken kısmı Akşemseddin’in Eyüp Sultan’ı rüyasında gördüğü sahneyi aksattığı bölümdü. Tarihi değeri olan ve bilgilendirici bir tarafı vardı en azından.

Kostüm konusu da koltuklarımı kabarttı bu arada. Muhteşem Yüzyıl’ın koltuk ve perde kumaşından imal edilen saraylı kostümlerinden sonra içimi açtı. Bu film eğer bir ödül alacaksa o da kostüm dalına gider. Demedi demeyin! Adını ezberlediğim Canan Göknil’i kutluyorum.

OSMANLI FURYASI SON GAZ DEVAM

Bir ara Atatürk filmlerine takmıştık kafayı. Hiç biri diğerinden iyi değildi maalesef. Şimdi Osman’lı furyasını katletmeye geldi sıra. Dizisiydi, filmiydi sağlam bir iş çıkaramadan bunun da kökünü kurutacağız diye korkuyorum.

OSCAR’DAN KÖŞE BUCAK KAÇMALIYIZ

Neyse efendim, özetle Fetih 1453 özensiz, aceleye getirilmiş bir film olarak arşivlerde yerini alacak diye düşünürkeeen, yapımcıların filmin Oscar’lık olduğu konusunda ısrarcı olduklarını duydum. İzlemeden önce evet, ben de öyle düşünüyordum ama sonrasında filmin Türkiye sınırları dışına çıkmaması için dua edecek hale geldim. Ama yook, yapımcılar ısrarlılarmış. Hatta filmi Hollywood’a götürmek yerine Hollywood’u buraya getirelim demişler. Ünlüleri, yapımcıları, yönetmenleri toplayıp toplayıp Türkiye’de gösterim yapacaklarmış. Valla çok utanıyorum onların namına. Yorganın altına girip oradan çıkmamak istiyorum.

P.S: Bu yazdıklarım filmi aşağılamak ya da kötülemek maksatlı değil. Gerçekten ama gerçekten üzüldüğüm için. Yüz de yüz Türk mahsulu olmasını tercih etsem de keşke kendimiz yapacağız diye kasmayıp Mel Gibson’a falan havale etselermiş. Yazık olmuş Fatih’e de Fetih’e de…

20 Ocak 2011 Perşembe

MUHTEŞEM MÜNAKAŞA


Asmalı Konak ve İkinci Bahar’ın açtığı yolda ilerleyip mantar gibi dizi üretmeye başladık. Sabah kuşağında; eski dizilerin tekrarları, akşam kuşağında; bir saatlik özetleriyle birlikte yeni diziler, hatta çoğu zaman peş peşe iki ayrı dizi şeklinde yayınlanmaktalar. Bunun bir süreç olduğunu düşünüyorum. Zira eskiden de çılgınca bir yarışma programı furyası vardı. Ondan da önce, özel kanallar ilk açıldığında, telefonla canlı yayına bağlanıp para kazanma programları vardı. Şimdi devir, dizi devri. Eskiden diziler kadınlar tarafından takip edilirdi. Dizi izleyen erkek sayısı şimdiki gibi yoğun değildi. Hatta dizi izleyen erkekler alay konusu bile edilirlerdi. Oysa şimdi millet olarak dizilere sardık. Sayısal değeri çok olunca mevzular da çok çeşitli oluyor tabii. E, her kesime hitap ettiği için; kadını erkeği, çocuğu genci, okumuşu cahili herkes televizyon başına toplanıyor. Halk dizilerden beslendiği için konuştuğu, söylediği de diziler hakkında oluyor. Avukatın tekinin bir şeye kafası bozuluyor, izlediği dizide mesleğiyle ilgili gördüğü bir şeye sarıyor. Hooop barodakileri ayaklandırıyor, üzerine gelsin diziye uyarı yazıları. O bitiyor, hemşireler ayaklanıyor, o bitiyor öğretmenler, kapıcılar… Ardı arkası kesilmiyor isyanların, itirazların, uyarıların.

Gelenek, görenek, hak, hukuk ne ararsanız diziler baz alınıyor. Dizilerin eğlence sektörünün bir parçası olduğunu herkes unutmuş durumda. İşin kötüsü bu işin denetimini resmi olarak yapan bir kurum olan; RTÜK’de halkın ayaklanmalarına ön ayak oluyor. Onları daha da gaza getiriyor. Bir dizi ya da herhangi bir yapımın RTÜK üyelerince eleştiri oklarının hedef oluş hikayesinin nasıl geliştiğini gerçekten çok merak ediyorum. Mesela Muhteşem Yüzyıl’ı mütemadiyen yerin dibine sokan hangi üye ki? Bir kişiye yanlış gelen hemen hepsine de yanlış mı geliyor ki? Acaba arada, o yapımın aslında düşünüldüğü gibi toplumu olumsuz yönde etkilemediğini savunan birileri de çıkıyor mu ki? Her mesleği kötüye kullananlar olduğu gibi burada da görevini kötüye kullanıp rakip kanaldan ya da rakip dizinin yapımcısından ortalığı karıştırması için destek görenler var mıdır ki?

Tarafsız olmaya çalışıyorum. Onca komplo teorisi üretiyorum ama bir an bile örnek verdiğim Muhteşem Yüzyıl’ın maruz kaldığı eleştirileri bir an olsun hak ettiğini düşünemiyorum. Gerçekten büyük bütçelerle, çok çalışılarak ve üzerinde çok düşünülerek hayata geçirilmiş bir proje. Diğer pek çok dizi gibi yalap şap sadece birileri para kazansın diye ortaya çıkmadığı her halinden belli. Senaryosu da kurgusu da başına buyruk değil. Tarihçilere danışılmış, aylarca üzerinde çalışılmış. Millet olarak böyle işler çıkarabildiğimize sevineceğimiz yere sineğin yağını çıkartıyoruz. Kanuni kadın düşkünü değilmiş, içki çok içmezmiş… Yahu koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun harem gerçeğini inkar mı ediyorsunuz şimdi? Harem’in varlığı da, var oluş sebebi de herkes tarafından biliniyor. Hürrem’in haremden çıkma olduğu, Kanuni üzerindeki etkisi, ülkeyi yönetme konusunda nasıl söz sahibi olduğu, Kanuni'ye aldırdığı kararlarla tarihe nasıl damga vurduğu ortada. Üstelik bunu yazan hikaye kitapları ya da romanlar değil, tarih kitapları. E, o zaman biz neyi kimden sakınıyoruz? Hadi Kanuni iyi bir padişah olmasa, diyeceğim adam kötü lanse ediliyor, kadına kıza düştü ondan ülkeyi idare edemedi diyelim. O da değil, dünyayı fetih etmiş neredeyse. Kime neye ayıp oluyor o zaman? Gazetelerde, ana haberlerde, köşe yazarlarının dilinde bu konu sakız oldu döndükçe dönüyor… İki kere uyarı almış da on iki kere uyarı alırsa yayından kalkacakmış da… Caanım dizinin senaryosunu saçma sapan hale dönüştürecekler ona üzülüyorum. Hani millet olarak “Bizden adam olmaz, Biz Türk’üz” serzenişlerinde bulunuyoruz ya hep, biz daha kendi yaptığımız güzel işlerin takdirini kendi kendimize yapamazken başkalarından nasıl övgü bekleyebiliriz ki?

P.S: Dizilere saran kesim biraz da gündüz kuşağında yayınlanan izdivaç programlarına mesai harcasa diyorum. Zira benim bildiğim üç ayrı kanalda yayınlanan söz konusu programların başı epey boş kalmışa benziyor. Çocuklarında ayakta olduğu, gözlerden kaçması neredeyse imkansız saatlerde yayınlanan programlarda, çöpçatanlık kisvesi altında resmen bir tür modern bilmem ne'lik yapılmakta… İnsanların ağızlarından canlı yayın esnasında çıkan laflar, konuşulan mevzular inanılır gibi değil.

19 Nisan 2010 Pazartesi

AH ŞU ÇILGIN TÜRKLER


Biz Türkler asil bir soya sahibiz. Köklerimiz çok kuvvetli. Zamanın asırlar boyunca dünyaya meydan okuduğu dağ gibi taş gibi Osmanlısının çocuklarıyız. Konum olarak fevkalade bir coğrafyaya sahibiz. Öyle ki başka ülkeleri kıskandıracak derecede stratejik bir konumumuz var. Peki eksiğimiz ne? Farklı diller konuşan yabancı ülkelerden ne farkımız var? Çok iyi yaptığımız, bir best of hünerimiz neden olamıyor?

DANS ETMEK UTANILACAK BİRŞEY DEĞİL

Geçenlerde “So You Think You Can Dance” adlı dans yarışmasını izliyorum. Bizdeki versiyonu “Benimle Dans Eder Misin?”. Onu da izliyordum denk geldikçe zaman zaman. Aradaki fark ucu bucağı olmayan bir uçurum gibi. Amerika’nın yarışmacıları, amatör sokak dansçıları, bizim yarışmadaki dansı çok iyi bildiğini sanan, dansın eğitimini verdiğini sanan, aynı zamanda yarışmanın jürisinde de yer alanlardan daha iyi performans gösteriyor. Bizdekiler kütük gibi, eğilemiyor, kıvrılamıyor… Bizim kültürümüzde göbek dansı denen bir şey var yahu. En eski dansımız bizim, yani özümüzde var. Kıvraklık genlerimizde vardır en azından diye düşünüyor insan ama o da yok. Brezilya nüfusunun neredeyse tamamı ne kadar samba yapmayı becerebiliyorsa biz de o kadar göbek dansı becerilemiyor. Neden? Çünkü biz dans etmekten utanan bir toplumuz. Gittiğimiz bir gece klubünde çok eğlenerek oynamayı basit ve sıradan bir hareket gibi görüyoruz. Dans bu ya, utanılacak, dalga geçilecek nesi var?

ACABA ŞARKI SÖYLEYEBİLİYOR MUYUZ?

Bizdeki versiyonu “Akademi Türkiye” olan “Amercan Idol” şarkı yarışmasını izlemenizi öneririm. Adamların sesleri yıkılıyor. Bizde olsa beşinci albümü yapılacak seviyedeki yarışmacı, orada kendisine yol gösterecek jüriyi can kulağıyla dinliyor. Kendinden ne kadar emin olursa olsun yapılan ağır eleştirilere istinaden ağzını açıp kendini savunmuyor. Sadece söyleneni yapıyor, kendisine gösterilen yolu izliyor. “Akademi Türkiye”de gerçekten güçlü sesler vardı ama tavırlar yanlıştı. Yarışmayı mağdur olan kazansın derdi vardı, sonsuz bir reyting kaygısı vardı… Sonuçta bunda da bir başarıya imza atılamadı…

SON UMUDUM FUTBOLDU, ARTIK HİÇ UMUDUM KALMADI

Peki, millet olarak en iddialı olduğumuz konu nedir? Futbol diyelim. Öyle ki yurt dışından Türkiye’ye gelenler daha ilk gelişleri bile olsa futbolun bizim için ne kadar önemli bir konu olduğunun farkına vararak dönerler ülkelerine. E, ne yaptık biz şimdiye kadar futbol adına. Galatasaray’ın yıllar yıllar önce aldığı UEFA kupasından başka ne yaptık? Tarih oldu artık o, bizden başka herkes unuttu. Geçtiğimiz günlerde dünyanın en önemli derbilerinden biri olan; Real Madrid-Barcelona karşılaşmasını izledim. Meğer bizimkilerin oynadığı futbol değilmiş. İçim biraz daha karardı. Gelecekten ve ileride imza atacağımız olası başarılardan yana hiç ümidim kalmadı. Fenerbahçe Galatasaray karşılaşmaları da dünyanın sayılı derbileri arasında yer alıyor. Bu vasat performanslarıyla nasıl dünya sıralamasına girebiliyorlar bilmiyorum. Real Madrid-Barcelona maçında gördük Xavi’yi Messi’yi, Pedro’yu… Bu kadar yıldız futbolcunun nasıl “Ben kral değilim, sadece takımımın bir parçasıyım” der gibi paslaşarak, gerçek bir takım oyunu oynadıklarına şahit olduk. Ha bu arada , bir Galatasaraylı olarak Arda Turan’ın Messi’yle karşılaştırılmasını yılın en büyük geyiği olarak değerlendiriyorum.

TAKİTLERİNDEN SAKININ

Millet olarak hangi alanda dünya çapında başı çekebileceğimizi bilemiyorum. Belki biraz özgün olarak, biraz daha cesur olmaya gayret ederek başlayabiliriz işe. Hala dizilerimiz, filmlerimiz yabancı versiyonlarından aşırılıyor. Video kliplerimiz, albüm kapaklarımız, albüm kartonetlerimiz, moda çekimlerimiz hep aşırma hep araklama. Özellikle popülaritesi olan isimlerin halk tarafından örnek alınabileceklerini göz önünde bulundurarak biraz daha titiz olmaları gerekiyor. Mesela; Hande Yener Lady Gaga’dan, Demet Akalın Kylie Minogue’dan, Ebru Gündeş Jennifer Lopez’den, Mustafa Sarıgül Obama’dan esinlenmesin artık.

P.S: Lütfen taklit etmeyiniz edenleri uyarınız:)

15 Mart 2010 Pazartesi

SENİN ANAHTAR KELİMEN NE?


Kendime blog açtığım gün bir analiz sitesinde de hesap açtım. Ne kadar takip ediliyorum, hangi illerden ve dünyanın hangi ülkelerinden muhtemelen tesadüfen de olsa okunuyorum bilmek istedim. Harika bir teknoloji. Çok da heyecan verici. Yazdığım yazıların geri dönüşümünü sağlamış oluyorum. Günün sonunda kalbim küt küt atarak, analizci sitemi açıp, o gün beni kaç kişi okumuş, en popüler konu hangisi olmuş öğrenmiş oluyorum.

Son zamanlarda heyecanım yerini tarifsiz bir meraka bırakmış durumda. En çok merak ettiğim “en popüler sayfa”yı analiz eden link, yerini “anahtar kelimeler” linkine bıraktı. Anahtar kelime derken kast edilen de insanların arama motorlarında yazdıkları kelimelerden oluşuyor. Mesela ben Michael Jackson hakkında bir yazı yazmışım. Sen “Michael Jackson’un doğum tarihi nedir?” gibi bir şey arattığında benim blog’um da karşına çıkıyor. Eğer blog’umu tıklarsan benim o günkü anahtar kelimelerim arasında senin “Michael Jackson’un doğum tarihi nedir?” sorun yer alıyor. İşte ben bu anahtar kelimelerin müptelası olmuş durumdayım. Şaşkınlıktan ve gülmekten dumura uğruyorum her geçen gün. Düşün, benim blog’um çok da geniş kapsamlı değil. Tıklanma oranım yazdığım yazılar ve kelimelerle sınırlı sonuçta. Dolayısıyla, bol arşivli ve profesyonel web sitelerinin analiz raporlarını tahmin bile edemiyorum. Ne bombalar çıkıyordur kim bilir…

Bir an için seni bu güne kadar Google’de neler arattırdığını düşünmeye davet ediyorum. Kimselerin göremeyeceği o tek satırlık boşluğa neler yazmış olabilirsin? Şimdi ne demek istediğimi daha iyi anladın sanırım. Allah ne verdiyse çıkabiliyor karşına. Mesela içeriğini göz önünde bulundurursak porno kapsamlı bir aramada benim blog’umun tıklanmış olma olasılığı neredeyse yok gibi bir şey. Ancak pornoyla ilgili aramalar “sanatçıların seks pornosu” şeklinde yapıldığı vakit, “sanatçı” kelimesi kullandığım bir yazıdan mütevellit benim blog tıklanıveriyor.

Anahtar kelimeler de neler var neler… Çoğu kişi, arama motorunu arkadaşı gibi görüyor. Bildiğin, karşılıklı sohbet havasında. Bunları teker teker yazmakla bitmez. Aramacıları önce kendi içinde gruplara ayırmak daha kolayıma gelecek. Zaten bunu yapmak pek de zor değil. Kelimelere bakınca zihninde otomatik olarak bir gruplaşma oluyor… Bakınız:

SORU SORANLAR

“İçimde bir kıro mu var?”

“Maço erkeklerden nasıl kurtulunur”

“Erkekler kaç kilo kadın seviyorsunuz?”

“Erkeklerin çapkınları kaç yaşında başlar?”

“Badem grubundan Mustafa Kemal Öztürk'ün sevgilisi?"

“Badem grubundan Mustafa Kemal Öztürk evli mi?” (Kemal'in medeni durumu epey merak ediliyor:))

“İkinci valiz ne kadar?”

“Reina’ya giderken ne giysem?”

“Erkek arkadaş neden sinemaya gitmek ister?”

DERTLEŞİP SOHBET EDENLER

“Sigara yasağı çin işkencesi”

“Oral seks yapmıyoruz” (Peki, tamam. Bunu bildiğimiz iyi oldu:)

“Datça’ya taşındım mutluyum, sigarayı bıraktım”

“Esnerken nefesimi rahat veremiyorum” (Esnerken nefes vermek derken?)

“Boş kürek çekip durmuşum

“Gay olmak benim tercihim değil”

“Erkeklerin kadınlardan kaçtığı yer nere?” (Öyle bir yer mıdır acaba?)

“El ele birlikte mutluluğa koşalım

“Mutluluk çok yakın

“Ev kadını nasıl olunur

“Muhakkak sevilmeyi hak eden vardır”

“Yaşadığın her anın tadını çıkar”

“Beni özledin mi diye soruyorsun.”

“Bir sigaradan bir şey olmaz”

“Türkiye'de en çok eşcinsel olan iller nere ki?”

“Eşcinsel asker olmak istiyorum”

HAVADİS VERENLER

“Saç kısacık”

“Michael Jackson’un burnu sahnede”

“Terk edene dil döktüm”

“Karısını Facebook’ta paylaşmış”

“Kefillikten kurtuldum”

“Sualtında taciz”

“Aslında istemediğini söyleme hastalığım var”

“Nasıl göründüğünü soran kız”

“Soğudum diyen kızlar”

“Uzaktan uzağa seven erkek”

“Acun dünya kupasına gitmedi meşhur oldu” (Biraz çekememezlik mi var ne?)

“Arjantinliler İngilizce konuşamaz

“Burnundan kut çıkan zenci adamın ameliyat operasyonu” (O nasıl bişey yahu!)

“Facebook yüzünden boşananlar”

SINIFLANDIRILAMAYANALAR

“Her zaman bir yol şarkısı var."

“Sürüngenlerden korkan ünlüler”

“Karaböceğin insana faydası var mı”

“Michael Jackson’un zencisi”

“Michael Jackson ‘dan bile daha beter olmak”

“Brad pitt fobisi”

“Michael Jackson oral seks görüntüleri”

“Mavi'nin TV reklamı... Eh burası İstanbul!

“Mavi cins”

“Kötü iletişim nasıl kurulur”

“Ele yapılan kolay mikrofon

“Michael Jackson'un gözleri ne renkti?

“Michael Jackson saçını ne taraftan ayırırdı.” (Merakta sınır yok:))

“Spora gidip balık tutan bebek oyna

“Yağlı güreş sahnesi betimleme

“3G kıro”

“Çıplak amuda kalkmak”

“Michael Jackson isminin anlamı”

“İstanbul'da sigara içen restoran"

EMİR VERENLER

“Göbek adımı bul”

“Yazdığın hikayelerden para kazan”

“Erkekle doğrudan iletişim kur”

“Kendine çeki düzen ver kıymet bil

EN ÇOK MERAK EDİLENLER

Karşı cinsle nasıl iletişim kurulduğu

Erkeklerin korkuları

Fobiler. Özellikle de kuş ve kalabalık fobileri.

Ve tabii ki ben! Nilüfer Karaciğan ya da Nilüfer Karaciğan Şaşmaz içerikli aramalar o kadar çok ki, vallahi gördükçe mutlu oluyorum.

P.S: Gruplaşmalarda durum budur. Bunların dışında bir de benim Türklere dair belli başlı fikirler edinmeme sebep olan anahtar kelimeler var. Bunlardan en ilginci ve en önemlisi; yaşını epeyce bir almış amcalarla ilgili. 70 veya 80’lerindeki yaşlı amcaların sanılanın aksine aşna fişneden henüz ellerini eteklerini çekmediklerini düşünüyorum. Zira kendileriyle ilgili “azgın 80’lik amca”, azgın teke 70’lik” şeklinde küçümsenmeyecek bir oranda arama tarama yapılmış. Benden söylemesi…

12 Şubat 2010 Cuma

KEŞKE ŞUBAT 13 ÇEKSE!


Evet, bu bir Sevgililer Günü yazısıdır. Ve hayır, bu yazıyı okurken sevgilinize güzel jestler yapmak için feyiz alacağınız herhangi bir ibareye rastlamayacaksınız. Bu bir anti Sevgililer Günü yazısıdır. Sevgililer Günü’nden de, şubatın 14’ünden de hiç haz etmeyen birinin yazısı.

Sanılanın aksine bugüne özel kötü bir anım yok. Yani daha önce şubatın 14’ün de terk edilmedim, aldatıldığımı o gün öğrenmedim ya da o sırada birlikte olduğum kişi tarafından kale alınmamış değilim. Bilinç altımın derinliklerinde travmatik bir durum yok anlayacağınız. Sadece bu günü gereksiz buluyorum hepsi bu.

HEVESLİ GÜNLER ÇABUK GEÇER

Vakti zamanında ilk heves ben de çok değer verdim bu güne. Çok kıymetini bilmişliğim vardır. Üzerinde günlerce düşünülmüş hediyeler, beklenmeyecek jestler yapmışlığım vardır. Hatta yaratıcı fikirlerime başvuran kız ve erkek arkadaşlarım bile olmuştur. Taş çatlasın 20 yaşıma kadar modum buydu. Gençlik işte!

HÜZÜN BÖCÜKLERİ

Bir Sevgililer Günü’nde yalnızdım. Benim gibi yalnız olan kız arkadaşımla sadece yemek yemek için dışarı çıktık. Cidden o günün anlam ve önemi hafızamdan silinmiş. Sokaklarda bir tuhaflık var ama üstünde durmuyorum. Herkes çift. Bir elde çiçek bir elde mutlaka poşet (hediye ebatına göre değişen muhtelif boyutlarda). Ben hala uyanmıyorum. Yemek yiyeceğimiz restorana gidiyoruz. Afiyetle kız kıza olmanın verdiği rahatlıkla biraz nezaketten uzak yiyoruz yemekleri. Ardından tatlı, ardından orta şekerli birer Türk kahvesi. Muhabbet nasıl koyu, e fallar da kapanıyor tabii. Sırayla birbirimizin fallarına bakıyoruz. Arkadaşım, benim fincana bakıp döktürürken ben de gayri ihtiyari şöyle bir etrafa bakıyorum. Herkes çift! Masalarda mumlar! Tüm gözler bizim üzerimizde! Özellikle kızların yüzünde hüzünlü bir ifade. Arkadaş geleceğimi yüzüme okurken ben kopmuşum olaydan. Birden sahneler flashback oluyor gözümün önünde. Film izler gibi izliyorum bizi. Sevgililer Günün’de iki kız. Yalnızlığın verdiği derin hüzünle kendilerini çatlayana kadar yemeğe vermişler. Yetmemiş birbirlerine hiç susmadan terapi yapmışlar. Yetmemiş teselli armağanı olarak fal bakmışlar. Dışarıdan o kadar ümitsiz görünüyorlar ki, sevgililerin gününde bir sevgiliye sahip olan hemcinsleri kutlamalarına ara verip onlara acımaktan kendilerini alamamışlar… Sahne karardı. Ben hesabı istedim. Sevenleri bu mutlu günlerinde daha fazla üzemezdim. O gün ant içtim. Bir sevgilim olduğunda nezaketten bile olsa asla kutlamalara katılmayacaktım.

2009.

Büyük konuşmuşum tabii. Ekonomiyi canlandıracak Sevgililer Günü etkinliklerinden biri yatırıldı masaya. Usanmadan ilk günkü heyecanıyla kutlamaları aksatmayan bir çift arkadaşım cazip bir otel kampanyası sundu bize. Sırf spa’sı yeter dedik dahil olduk kendilerine. Biz bir an önce detoks yapma derdindeyiz, yemek ve kutlama faslı hikaye. Odalara yerleştik. Sekizde yemek için bilmem ne balo salonunda olacağız. O da ne, salon kırmızı. Yerden tavana, duvardan kapıya… Bir an koşarak otelin hemen yanındaki kuru fasulyeciye atmak istiyorum kendimi. Açım ya, ölüyorum açlıktan. Arkadaşlara ayıp olacak bu seferde. Neyse masamızı buluyoruz. İki yüz kişinin olduğu salonda ve o karanlığa rağmen masayı bulmak zor olmuyor tabii. Dört kişilik tek masa bizimkisi… Masalarda mumlar, kalpli şekerler… Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. Sinirimiz bozuldu artık gülüyoruz. Diğer çift alışkın. Bizi sakinleştiriyorlar. Balık konseptli seçkin Sevgililer Günü mönümüz servis edilmeye başlıyor. Şarap kadehi içinde bilmem ne söğüş. Çatalı kadehin içine batırıp yiyorsun. En altta kalan lokmayı almak için iyice dikilip çatalı doksan derecelik bir açıyla saplaman lazım. Olduğu kadar sıradaki gelsin… Bu sefer biraz daha büyük bir şarap kadehi içinde bilmem ne balıklı ara sıcak geliyor. Yemeğin sonuna kadar tabakta gelecek bir şeyler konusunda hala iyi niyetimi koruyorum. Bu sırada Pazar ayinine gitmiş gibi hissediyorum kendimi. Ekmek ve şarap yiyorum durmadan. İnsanlar balo salonunun önünden geçerken şöyle bir içeri, bizlere göz atıp kikirdiyorlar. Sandalyede gittikçe küçülüyorum. 12 omurilikli bir yaratığa dönüşüyorum. Canlı müziğe ara veriliyor. Sevgililer Günü özel çekilişi yapılacakmış! Masadaki o kırmızı kalplı mumların arkasında çekiliş numaramız varmış meğer. İyi düşünülmüş bir konsept! Neee, üç çift mi kazanacak? Bildiğim bütün duaları okumaya başlıyorum. O sırada benimle aynı duyguları paylaşan sevgiliyle göz göze geliyorum. Ödül bize çıkmasa, çıkarsa da o gitse teslim almaya… Yaşasın! Kazanamıyoruz! Bu level’i de atlatıyoruz. Ekmeğin dördüncü somununu da şarabıma batırıp ağzıma attıktan sonra yavaş yavaş doyduğumu ve başımın döndüğünü hissediyorum. Ana yemeğin gördüğüm en büyük şarap kadehinin içinde gelmesi artık umurumda değil…

O gece uyumak için mücadele ederken ve hızla dönen tavanı durdurmaya çalışırken, “Keşke şubat ayı 13 gün çekseydi” diye geçiriyorum içimden.

P.S: Hevesli zihniyetlerin tadını kaçırmak istemem ama benim olayım budur:)

13 Ocak 2010 Çarşamba

SİNEMAYA GİTMEDEN İSTİAREYE YATMAK


Formülü buldum. Sinemaya gidip bir kere daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Bundan böyle filmler hakkında yapılan hiçbir yorumu kale almayacağıma göre sinemaya gitmeden bir gece önce istiareye yatacağım. Allah’tan rüyalarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Yorumu düz mantık. Reklam yok, mesaj kaygısı yok, pazarlama stratejisi yok, ne gördüysem o!

İlk darbe 2012’den.

Okkalı bir sağ kroşe. İlk gününde gece 12’ye bilet bulabildiğim için havalara uçtuğum film bittiğinde, canım kalkıp eve dönmek bile istemedi. Oturdum kaldım koltukta. Amerika’nın kendini yerlere göklere sığdıramadığı, kendisi ve seçilmiş (nedense artık) birkaç milletten başka ya haritada bile göstermeyecek kadar yok saydığı ya da var sayıp halkını umursamayacak kadar gereksiz ülkeler olduğunu vurguladığı bir Nuh’un gemisi hikayesi. Evet aynen özeti budur. Biz 2012 yanında son derece kendi halinde denebilecek bir Türk dizisinde İsrail’e “sözde” olumsuz mesaj veriyoruz diye, İsrail basını önünde yerin dibine sokulmaya çalışalım, öbür taraftan millet dünyaya meydan okusun, kimsenin gıkı çıkmasın. Alt tarafı bir film diyip geçsinler…

İkinci darbe New Moon’dan beynime geldi.

İlk serisi Twilight’ı mumla aratan bu filmin Aşk-ı Memnu’dan farklı olduğunu düşünmem için beni ikna edecek birilerini arıyorum ne zamandır. Şimdilik bulamadım. Hele Jacob’mu Edward’mı muhabbetlerine girenlere hiiiç tahammülüm yok, yıpranıyorum. Pazarlama tekniği erkek seçiminden yana kullanılmış burada. Ah o son sahnedeki evlenme teklifi yok mu? Az kalsın bir darbe daha alacaktım.

Saw VI beni can evimden vurdu.

Severek izlediğim, toz kondurmadığım bir film vardı, o da sol kroşeden geçirdi darbesini. Hayır neden uzatıyorsunuz ki? Diğer serilerin önüne geçemeyecekseniz tadında bırakın değil mi? Zaten gelenekselleşmiş tarihinde, Cadılar Bayramı’nda vizyona girmemesinden kıllanmıştım. On dakika daha kısaltıp son moda Amerikan dizilerinin kervanına katılsa olurmuş.

Yahşi Batı…

Biliyorum Cem Yılmaz yapılan eleştirilerden son derece rahatsız. . Evet, prodüksiyon iyi, evet çok para harcanmış… Bu “Meyveli ağaç taşlanır” durumu değil. Sonuçta ben ne yapımcıyım ne de senarist. Ben sadece ciddi anlamda çok fazla film izleyen bir yazarım. Bir menfaatim yok yani şu yazdıklarımdan. Cem Yılmaz artık cidden film çekmekten vazgeçip stan-up şovlarına odaklanmalı. Mizah yönü çok güçlü, çok akıllı, çokta seviliyor ama ıh ıh, bu üçüncü deneme ve olmamış. Küfür varmış, olsun. Amerikan filmlerinde her iki cümlede bir duyduğun “fuck, fuck off, bitch” kelimelerini özlü söz mü sanıyorsun? Benim bahsettiğim farklı bir şey. Filmde her şey havada uçuşuyor. Bir sürü espri var elde, bunların hepsi belli bir zaman içersinde kullanılmaya çalışıyor gibi. Cast’ın hemen hemen hep aynı olması da sıkıcı geldi. Demet Evgar’a bayılırım ama o da eğreti kalmış. Yahşi Batı’da da tıpkı Gora ve Arog’da olduğu gibi ömür boyu bitmeyeceğini düşündürecek kadar uzun bir sahne vardı. İçim şişti yine. Gora’da Özkan Uğur’un savaşçı eğitimi verdiği sahne, Arog’da futbol sahnesi, Yahşi Batı’da ise yağlı güreş sahnesi. Son olarak Cem Yılmaz eğer film çekmek istiyorsa kesinlikle senaryosunu bir bilene danışmalı diyorum. Burada yumruğu tam burnumun ortasına yedim.

Gelelim, Şirinler’den sonra en sevimli bulduğum renkli yaratıklara; Avatar’a!

Filmin en büyük özelliği yeni nesil sinema anlayışı için yani 3 boyutlu filmler için bir devrim olarak öngörülmesiydi. Adet yerini bulsun dedim ve Imax formatında izledim filmi. Ben teknolojiden anlamıyorum sanırım. Bunun 3 boyutlu izlediğim Ice Age’den ne farkı vardı çözemedim. Görsel şölenmiş! Kör oluyordum kör. Alt yazı okumak zaten hikaye. Yazılar flu, yarısı var yarısı yok. Neyse ki ölmeyecek kadar İngilizcem var. Renk curcunası desen bol keseden. Başka da bir şey yok zaten . Adı her neyse, oyuncuların mimiklerinin birebir çizgi karakterlere yansıtılabilmesi muhteşem bir teknik. Onca sahnenin bir stüdyo ortamında çekilmiş olması mucizevi bir şey ama hepsi bu. “Konusu çok ilginç, sıra dışı” şeklinde yapılan yorumlara gelecek olursak; konusu bana göre Yeşilçam filmlerini aratmıyor. Kahraman yakışıklı oğlan kızı kapıyor, iyi olan kazanıyor. Bir Hulusi Kentmen eksik kadroda anlayacağınız. Keşke filmin sonunda Sam Worthington ölseydi de bizi şaşırtsalardı. Beyin gücünü kullanarak başka varlıkları hareket ettirebilme mevzusuysa ilginç olan; o konu çoktaaan bayatladı maalesef. Yine bu yıl vizyona giren Surrugates ve Gamer’ı izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Avatar’da bir de 2012’de olduğu gibi Amerika kokan mesajlar var tabii. Onlar zeki, onlar yaratıcı, onlar yayılmacı. Adamlar sömürgeci politikalarını resmen uzaya taşımışlar, dünyaya meydan okuyorlar, biz de bu filmin konusunu yaratıcı bulup ayılıp bayılıyoruz. Özetle şunu söyleyeyim; o büyük devrime biraz daha var. Darbe böbreklerime geldi. Üç saat kıpırdamadan arasız molasız oturduk ne de olsa.

P.S: İstiarem işe yaradı, kusursuz bir film izlemek istiyorum diyorsanız; Law Abiding Citizen’i bir deneyin.

21 Aralık 2009 Pazartesi

EV KADINI DOĞULMAZ EV KADINI OLUNUR


Bir süredir düzenli işi olmayan biri olarak son zamanlarda “ev kadını” kelimesini pek sık tekrar eder oldum. Açıkçası bu durum beni biraz korkutmaya başladı. Zira çalışmadığım süre zarfında kendimi hiç işe yaramaz bir ev kadını gibi hissetmedim. En önemlisi bunu çevremdekilere de hissettirmedim. Yani millet ekonomik krizden, ayın sonunu nasıl getireceğinden bahsederken ben de evde yarım kalmış patchwork’ümü nasıl tamamlayacağım diye aradan çatlak bir ses çıkartmadım. Peki ne yaptım? Öyle ya da böyle yazmaya devam ettim. Şimdilik ruhumu doyurmaya yetiyor bu kadarı. Bir de büyük bir spor kompleksine 3 yıllığına üye oldum. Kahvaltıdan sonra hoop, spora. Evde pineklemekten iyidir diye düşündüm.

ACI GERÇEK

Üyeliğimin birinci yılının dolmasına birkaç ay var ve ben acı gerçeğin farkına vardım: İnsan asıl burada ev kadını oluyormuş meğer! Çalışanlar üyesi oldukları spor salonlarına cumartersi pazar diledikleri saatte, hafta içi ise çalışma saatlerinden sonra gidebiliyorlar. Bense hafta içi sabah saatlerinde oradayım. Ne demek istediğimi anlamanız için spor yapmaya bir kere de hafta içi saat beşe kadar gitmeyi deneyin. Kalabalık ve gürültücü bir güruh var orada. Evlerinin mutfağında, salonunda sohbet eder gibiler. Gündemi yakından takip ediyorlar. Çok detaylı değil ama her şey hakkında bir fikirleri var. Mesela domuz gribinden korunmak için iki saatte bir, bir yudum bile olsa su içilmesi gerektiğini, grip virüsünün sanıldığı kadar güçlü olmadığını bu gürültücü kalabalıktan öğrendim ben.

HER ŞEY EV KADINLARI İÇİN

Klüpteki tüm televizyonlar onlara ayarlı. Bir şey kaçırmaları mümkün değil. Bir taraftan uzay yürüyüşü yapıyorlar, diğer taraftan “Derya’lı Günler”i, “Her şey Dahil”i takip ediyorlar. Saunaya giriyorum, dev ekranda Yemekteyiz! Sağ olsun bu gündüz kuşağı programları sayesinde, her biri kendi içinde biraz doktor, biraz avukat, biraz psikolog, biraz aşçı olmayı öğrendi zaten.

Birkaç tanesi zamanında laf attılar. Cevap verdim. Baktım sohbet koyulaşıyor, soruların ardı arkası kesilmiyor, o gün bugündür muhabbetten de mümkün mertebe kaçar oldum. Kendileri daha çok laflamaya geldikleri için benim spor yapmamama da engel olacaklardı yoksa. Belki dışarıdan hiç olmak istediğim kadar antipatik görünüyorumdur ama ne yapayım, ben de kendimi düşünmek zorundayım öyle değil mi? Aslında ilk günden anlamalıydım. Haftanın beş günü, dört beş saatini spor klübünde geçiren birinin Madonna gibi bir vücuda sahip olması gerekmez mi? Akılsız kafam benim.

SONSUZ ENERJİ ONLARIN İÇİNDE

Sportmen ev kadınlarımız burada bulundukları süre zarfında kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar. Klüp yöneticilerinin söylediğine göre, akla hayala gelmeyecek şikayetlerde bulunuyorlarmış. “Artık bizim de yapabileceğimiz bir şey kalmadı, değerlendirmeye bile alamıyoruz, ama gönüllerini hoş tutmaya çalışıyoruz” diyorlar. “Şu adamın kılı çok neden havuza girmesine izin veriliyor?”, “Sen soğan sarımsak yemişsin bir daha yeme”… Bunlar, tın tın atan hanımların bir anda alevlenip isyan bayraklarını çekmeleri için gerekli sebeplerden sadece birkaçı. Kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar ya, buradayken evlerinde rahatsız olacakları her şey onları deliye döndürüyor. Yazılı kanunlara kazara uymayanın vay haline… Havuza girmeden duş almayı unutmak, kirli havluyu kir sepetine atmayı unutmak… Aman aman, her soyunma dolabının arkasından biri beliriyor. Birinin başladığı cümleyi diğeri tamamlıyor. Kusursuz bir birlik ve beraberlik içinde hemen oracıkta hatalı taraf uyarılıyor. Hani “Bir gün de es geçelim, bugün laf yetiştirecek halimiz yok” falan demeleri mümkün değil. Bitmek tükenmek bilmez bir enerji barındırıyorlar içlerinde.

FARK EDİLİRSEM İŞİM BİTER

Parmaklarımın ucunda yürüyorum her daim. Kılık kıyafetime çok özen gösteriyorum, soluk renkler tercihim. Öksürmüyorum, tıksırmıyorum, hıçkırmıyorum. Kiloma dikkat ediyorum. (Ani kilo kaybı ya da kazanımı hemen fark edilmeme sebep olabilir). Aldığım gıdalara çok özen gösteriyorum. Hafta içi sucuk, pastırma falan yemek rüya benim için. Dikkatleri üzerime çekersem işim biter. Geçenlerde kızın teki üzerini değiştirirken iki gün önce silikon taktırdığı göğüsleri keskin nişancılardan birinin dikkatini çekmiş. Boş denecek kadar az kişinin bulunduğu soyunma odası bir anda hınca hınç doluverdi. Dolapların içine mi saklanıyorlar anlamıyorum… Yüzleri görmüyorum ama sorular dalga dalga yükseliyor. “Nasıldı? Acıdı mı? Ameliyat ne kadar sürdü? Boyutuna sen mi karar verdin? Hastanede yalnız mıydın? (Yok artık soruya bakar mısınız!) Eve nasıl döndün? İz kalacak mı? Evli misin?” (Ne alaka? Sevişebiliyor mu rahat rahat, onu soracak herhalde, zemin hazırlıyor.) Yok bitmiyor sorular. Üzerimi giyindim, sessizce kapının da olduğu, kızın sorguya çekildiği er meydanına doğru yürüdüm. Kaçırılmayacak bir sahne! Tarifi mümkün olur mu bilmiyorum ama hayal edebilmeniz için betimlemeye çalışayım: Üstsüz, göğüsleri ortada bir kız ve çevresinde çember oluşturmuş sportmen ev kadınları. Kız soruyu soranın sesinin geldiği yöne dönüp kendisine belki de onuncu kez sorulmuş soruyu cevaplandırıyor. Iyhh, diken diken oldum ve kaçtım oradan. Kabusum olacak bu sahne.

P.S: İşin kötü yanı, gün geçtikçe, onları anlıyorum, onlara kızamıyorum, onları seviyorum. Bir gün spora gitmesem özlüyorum. Acaba onlara bu kadar yakın olmakta beni ev kadını yapar mı?