24 Kasım 2009 Salı

SEVİLMEKTEN KAÇTIĞI SANILAN ERKEKLER


Kim sevilmekten kaçar? Kim sevilmek istemez? Kim olduğu bir yana, sevilmekten kaçanlar için mantıklı bir neden bulmaya çalışmak bile saçma değil mi? Ruhani gıdalarla beslendiğimiz şu günlerde, insanın bir değil birçok kişi tarafından sevilesi gelmiyor mu? Ama yoook, erkekler öyle değil. Onlar hem sevilmek hem de o sevgiden köşe bucak kaçınmak derdindeler. Hem cinslerimin ortak fikri bu. İlk başlarda ben de onlara hak veriyordum. Sonra duyduğum her bir hikayeye ayrı ayrı bir bütün olarak baktığımda bu sevilmeye bas bas karşı çıkan erkeklerin pek çok ortak noktaları olduğunu fark ettim. Kadınların dışarıdan gördüğü gibi değilmiş durum meğer.

ANAÇ İÇGÜDÜLER AŞK MEŞKTE PEK İŞE YARAMIYOR
Hikaye yoğun, normal ya da seyrelmiş ama yine de tatmin edici bir ilgiyle başlıyor. Ama sonuçta başlıyor ya, iki kişiden biri bile istemese başlamaz bu hikaye öyle değil mi? Annelik içgüdüsünü içinde barındıran kadınlar daima ilgililer sevdiceklerine. Aranmıyorlar mı? Çağrıları cevapsız mı kaldı? Talep edilmeden ya da dayatılmadan güzel bir program yapılmıyor mu? Olsun fark etmez. Kadınlar olumsuz olan tüm şartları ne kadar üzülürlerse üzülsünler tolere edebiliyorlar. Adeta küllerinden yeniden doğuyorlar. Tabii karşılarındakine olan duruşlarıdır bu. Hemcinslerine ise; kendilerini ne kadar yalnız hissettiklerinden, çabalayan tarafın hep kendileri olduğundan bahsedip dertleşmekten alamazlar kendilerini. Zaten o kadarını da yapmasalar çıldırabilirler. Hani erkeklerin bir araya gelmiş birkaç kadına “Bu kadar konuşacak ne buluyorsunuz?” dedikleri anlar vardır ya, işte o anlardan biri muhakkak çıkmazda olan bir kadının ilişkisini kurtarmak için kafa ve damak yorulduğu bir anla eşleşmiştir.

KİMSEDEN DEĞİŞMESİNİ BEKLEMEYİN
Kimse boş yere enerjisini harcamasın diye şuraya hemen iliştirivereyim; iyi niyetli atılan tüm adımlarınız her defasında karşılıksız kalıyorsa ve eğer karşınızda gerçek bir hödük yoksa, kendinizi birazcık seviyorsanız, bağrınıza koca bir taş basın ve ilişkinize hemen son verin. Yeni bir ilişkiye başlarken ya da hayatınızı biriyle birleştirirken, karşınızdaki kişinin sevmediğiniz yönlerini günün birinde değiştireceğinizi ümit ederek kararınızı verirsiniz hep. Oysa erkekler asla değişmezler, değiştiklerini zannediyorsanız da biliniz ki; yanılıyorsunuz. Siz sadece onların değiştirmeye çalıştığınız o huylarına zaman içinde alışıyorsunuz hepsi bu:)

ZORLARSANIZ YALAN ÇIKAR
Uyuyordum, telefon çekmiyordu, duymamışım, görmemişim, bilmiyordum, unuttum, şeklinde sıralanan özürler bahane olmasın. Kimi inandırmak için çok çaba sarf eder, kimisi “işine geliyorsa” tadında sunar bahanelerini. Evet, karşınızdaki sizi ikna etmeye çalışıyor bir şekilde ama insanlıkta ölmedi değil mi? Adam size alenen; bu ilişkiden sıkıldığını, eski sevgilisini hala unutamadığını, hayatına size rağmen başka birinin girdiğini, sizinle sadece ve sadece gönül eğlendirmek için birlikte olduğunu, itiraf edebilecek kadar da eşek değildir. Bir yerden sonra da iş size düşüyor. Sizden beklenen; istenmediğiniz kafanıza dank ettiği anda arkanızı dönüp gitmeniz. Peş peşe bahaneler, açıklamalar yaptırıp hesap sorup zorlamayın şu adamcağızları yahu!

Sevilmemek, özlenmemek, umursanmamak… Bunlar sizin hak ettiğiniz duygular değil. Hayatınızın aşkını yaşamak isterken bunları hissetmek zorunda değilsiniz. Aklınızı kullanın biraz. Her şey sandığınız kadar komplike değil. Hatta ne görüyorsanız o. Sizde basit düşünün. Zira derin düşünmek sinirleri bozmaktan ve kendinizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz.

P.S: Başkalarının sevmesini beklemeden önce, siz sevin kendinizi. Herkesten önce kendiniz bilin kıymetinizi. Siz kendinizi hor kullanırken başkalarının sizi el üstünde tutumlarını nasıl beklerisiniz?





.

7 Kasım 2009 Cumartesi

KAFADAN BACAKLI BİR NESİLE MERHABA!


Ağzına kadar kiraz dolu olan kasenin içinde en değişik şekilli olanını bulmaya çalışıyorum. Mesela bir sapta sırt sırta vermiş olan kirazlar en favorilerim. Hoop hemen ağzıma atıyorum. Bir taşla iki kuş vuruyorum. Meyve ve sebzelerle süre gelen bu masum oyunum babamın “Onlar hormonlu, yeme” uyarısına kadar devam ediyor. Bu gerçeği ögrendiğimde altı yedi yaşımdaysam en azından iki üç yıllık kusmak istedim. Yıllar içerisinde bazı gıdaların hormonlu olabileceği fikrine alıştım ve kendimi mümkün mertebe bunlardan uzak tutmaya çalıştım. Domates tutkunu olan biri için bu zor bir süreçti tabii. Kış aylarında cherry domates yemeğe başladım. Ta ki babam “Onlara ters hormon uyguluyorlar, yeme” diyene kadar. Yok, domatesten maalesef vazgeçemedim. Ters düz fark etmez yiyorum, o kadar hormon da benim nazarlığım olsun canım.

Öyle ya da böyle hormonlu gıdalarla yaşamaya alışmış bir milletiz. Her birinizin benim gibi bile bile lades dediği ve vazgeçemediği bünyeye zarar veren favori bir hormonlu gıdası vardır herhalde. Ancak ne yazık ki yeni alışkanlıklar edinmemiz gerekecek. Zira bundan böyle yediğimiz pek çok şey GDO’lu yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmalardan oluşacak. 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazetede GDO’lu ürünlerin ithaline izin verildi yayınlandı. Daha önce ülkeye genetiğiyle oynanmış ürün girmiyor muydu sanki? Giriyordu. Mesela mısır olarak (Bu en favorisi), mesela pamuk olarak,… Bir de hazır gıda maddelerinin (örn: çikolata, şeker) bileşenleri arasında yer alan soya lesitini olarak. Ki bu maalesef, zaman zaman el boşluğundan okuduğum bazı gıda maddelerinin ambalajlarındaki o bit gibi yazılardan kulağıma pek de yabancı gelmeyen bir bileşen…

Aklı başında tüm dünya ülkelerinin köşe bucak kaçtıkları bir üretim sistemini sessiz sedasız bağrımıza bastı hükümet. Neymiş dünya açmış, karnını doyuracakmışız. Yahu bizim doğal kaynaklarımız bize yetiyor. Artan olursa onla da dünyayı doyurmak için kendi çapımızda bir katkıda bulunuruz elbet. O kadar nankör değiliz. Gerçekten işin içine hiçbir bürokrası katmazsak verilecek cevabımız bu olmalı. Ancak madalyonun diğer yüzü var ne yazık ki.

Birilerinin para kazanma hırsı o kadar başlarına vurmuş durumda ki kıçlarından element uyduruyorlar resmen. Türkiye’de dört beş yıl önce gündeme gelmiş bir konuydu bu GDO sistemi. O zaman ülkeye girmesi söz konusu bile değildi. Uzaktan uzağa “Vah vah tüh tüh” diyorduk. Başımıza geleceklerin ilk habercisi meclisin “Tohumculuk Yasası”nı onaylamasıyla başladı. Çiftçi kendi tohumuna sahip çıkamaz oldu. Yani bu sene ektiği salatalığı seneye aynı tohumlarla ekemeyecek hale geldi. Çünkü çiftçi kendine ait tohumları için birilerinden patent almak zorunda kaldı. Çünkü birilerine bir sonraki yıl ekeceği tohumları teslim ettiğinde o tohumların genleriyle oynandı. Tarım işini çiftçi değil büyük şirketler tekeline almış oldu böylece. Düşünebiliyor musunuz, sadece Türkiye’de üretilen bir ürünü ekmek için tohumunu yurt dışından ithal etmek zorunda bırakılmış olduk. Peki neden? AB uyum yasasına riayet edebilmek için!

E insanlık adına bu minik girizgahı attıktan sonra GDO’lu ürün yetiştirmişiz çok mu? Başımıza bundan sonra neler geleceği konusuna değinecek olursak
:



  • Meyve salatası hazırlarken armutun, elmanın, portakalın hangi genlerin bileşenlerinden oluştuğunu düşünerek kafa yormamanızı tavsiye ederim. Armutun ebeveyini yılan ya da fare falan çıkabilir.

  • Ambalajlı hazır gıdaların içeriklerini okuyup ona göre alışveriş yaptığınız günleri mumla arayacaksınız. Zira patlıcanın, biberin bulunduğu reyonlarda “Bu ürün GDO’ludur” gibi bir uyarı ibaresine rastlayamayacaksınız. Çünkü devletimiz, haksız rekabeti hiç mi hiç sevmiyor. GDO’lusu dururken doğal olan patlıcanı almaya kalkarsanız, neme lazım.

  • Einstein, “Arıların neslinin tükenmesi dünyanın sonunun geldiğinin göstergesidir” demiş. Yılan, çıyan, akrep, börtü böceğin neslinin tükenmesi neye işaret eder acaba? GDO’lu ürünlerin en önemli özelliği, tarlaya ekildiklerinde yanlarına hiçbir hayvan ve haşaratı yanaştırmaması. Böceklenmeyi önleyecekler akılları sıra… İyi de kendini böceklendirtmeden sağ salim ağzımıza düşmüş çileğin bize vereceği zarar neden hesaba katılmıyor? İnsanın dengesini bozduğun yetmedi, hayvanları aç bırakarak doğanın dengesini de bozdun.

  • “GDO’lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.” İçimize su serpildi. Bebekler sanki hep bebek kalacaklar. O bebek büyüdüğünde zaten tanışmayacak mı bu ucube ürünlerle? Bari bebekken de yemesine izin verin de bağışıklık sistemi güçlensin.

    P.S: AB ülkelerinin yavaş yavaş yasaklamaya başladığı bu biyolojik tarım sistemi ileride kafadan bacaklı bir Türk neslini doğuracak gibi. En güzeli; bahçesi olan bahçesine, balkonu olan balkonuna kendi çiftliğini kursun. Son trendimiz, Fransız balkonu olanlar evlerinin bir odasını feda ediversin. Öyle oturduğunuz yerden Farmville oynaması değil.

4 Kasım 2009 Çarşamba

ÇIKTI..."AL AŞKINI"/PEGASUS SENDROM


Pegasus Sendrom, ilk albümü ''Hicaz''öncesinde ''Al Aşkını'' adını taşıyan maxi single’ı ile alıştırma turunda!



  • Grup 2004 yılının sonlarında Samsun’da kuruldu.

  • Kulakları dolduran muhteşem sahne performanslarıyla kısa zamanda isimlerini duyurdular.

  • Pegasus Sendrom; Alp Kamber (vokal/ gitar), Mehmet Kurul (gitar), Önder Ayan (bas gitar), Özgür Demircioğlu’undan ( davul) oluşmakta.

  • Aynı zamanda yazar da olan solist Alp Kamber, çeşitli dergilere yazdığı yazılarını ''Köyün Delisi'' isimli bir kitapta topladı. Kitap, Pegasus Sendrom’ un''Hicaz'' ismini taşıyan ilk albümüyle beraber raflardaki yerini alacak.

  • “Al Aşkını”nın kaydını; Badem grubunun solisti, Mustafa Kemal Öztürk gerçekleştirdi.

  • Grup elemanları, bu single ile kendilerini ve dinleyenlerini içinde bulundukları kaotik ve karmaşık durumdan bir an olsun uzaklaştırarak eğlendirmek istiyorlar.