13 Ocak 2010 Çarşamba

SİNEMAYA GİTMEDEN İSTİAREYE YATMAK


Formülü buldum. Sinemaya gidip bir kere daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Bundan böyle filmler hakkında yapılan hiçbir yorumu kale almayacağıma göre sinemaya gitmeden bir gece önce istiareye yatacağım. Allah’tan rüyalarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Yorumu düz mantık. Reklam yok, mesaj kaygısı yok, pazarlama stratejisi yok, ne gördüysem o!

İlk darbe 2012’den.

Okkalı bir sağ kroşe. İlk gününde gece 12’ye bilet bulabildiğim için havalara uçtuğum film bittiğinde, canım kalkıp eve dönmek bile istemedi. Oturdum kaldım koltukta. Amerika’nın kendini yerlere göklere sığdıramadığı, kendisi ve seçilmiş (nedense artık) birkaç milletten başka ya haritada bile göstermeyecek kadar yok saydığı ya da var sayıp halkını umursamayacak kadar gereksiz ülkeler olduğunu vurguladığı bir Nuh’un gemisi hikayesi. Evet aynen özeti budur. Biz 2012 yanında son derece kendi halinde denebilecek bir Türk dizisinde İsrail’e “sözde” olumsuz mesaj veriyoruz diye, İsrail basını önünde yerin dibine sokulmaya çalışalım, öbür taraftan millet dünyaya meydan okusun, kimsenin gıkı çıkmasın. Alt tarafı bir film diyip geçsinler…

İkinci darbe New Moon’dan beynime geldi.

İlk serisi Twilight’ı mumla aratan bu filmin Aşk-ı Memnu’dan farklı olduğunu düşünmem için beni ikna edecek birilerini arıyorum ne zamandır. Şimdilik bulamadım. Hele Jacob’mu Edward’mı muhabbetlerine girenlere hiiiç tahammülüm yok, yıpranıyorum. Pazarlama tekniği erkek seçiminden yana kullanılmış burada. Ah o son sahnedeki evlenme teklifi yok mu? Az kalsın bir darbe daha alacaktım.

Saw VI beni can evimden vurdu.

Severek izlediğim, toz kondurmadığım bir film vardı, o da sol kroşeden geçirdi darbesini. Hayır neden uzatıyorsunuz ki? Diğer serilerin önüne geçemeyecekseniz tadında bırakın değil mi? Zaten gelenekselleşmiş tarihinde, Cadılar Bayramı’nda vizyona girmemesinden kıllanmıştım. On dakika daha kısaltıp son moda Amerikan dizilerinin kervanına katılsa olurmuş.

Yahşi Batı…

Biliyorum Cem Yılmaz yapılan eleştirilerden son derece rahatsız. . Evet, prodüksiyon iyi, evet çok para harcanmış… Bu “Meyveli ağaç taşlanır” durumu değil. Sonuçta ben ne yapımcıyım ne de senarist. Ben sadece ciddi anlamda çok fazla film izleyen bir yazarım. Bir menfaatim yok yani şu yazdıklarımdan. Cem Yılmaz artık cidden film çekmekten vazgeçip stan-up şovlarına odaklanmalı. Mizah yönü çok güçlü, çok akıllı, çokta seviliyor ama ıh ıh, bu üçüncü deneme ve olmamış. Küfür varmış, olsun. Amerikan filmlerinde her iki cümlede bir duyduğun “fuck, fuck off, bitch” kelimelerini özlü söz mü sanıyorsun? Benim bahsettiğim farklı bir şey. Filmde her şey havada uçuşuyor. Bir sürü espri var elde, bunların hepsi belli bir zaman içersinde kullanılmaya çalışıyor gibi. Cast’ın hemen hemen hep aynı olması da sıkıcı geldi. Demet Evgar’a bayılırım ama o da eğreti kalmış. Yahşi Batı’da da tıpkı Gora ve Arog’da olduğu gibi ömür boyu bitmeyeceğini düşündürecek kadar uzun bir sahne vardı. İçim şişti yine. Gora’da Özkan Uğur’un savaşçı eğitimi verdiği sahne, Arog’da futbol sahnesi, Yahşi Batı’da ise yağlı güreş sahnesi. Son olarak Cem Yılmaz eğer film çekmek istiyorsa kesinlikle senaryosunu bir bilene danışmalı diyorum. Burada yumruğu tam burnumun ortasına yedim.

Gelelim, Şirinler’den sonra en sevimli bulduğum renkli yaratıklara; Avatar’a!

Filmin en büyük özelliği yeni nesil sinema anlayışı için yani 3 boyutlu filmler için bir devrim olarak öngörülmesiydi. Adet yerini bulsun dedim ve Imax formatında izledim filmi. Ben teknolojiden anlamıyorum sanırım. Bunun 3 boyutlu izlediğim Ice Age’den ne farkı vardı çözemedim. Görsel şölenmiş! Kör oluyordum kör. Alt yazı okumak zaten hikaye. Yazılar flu, yarısı var yarısı yok. Neyse ki ölmeyecek kadar İngilizcem var. Renk curcunası desen bol keseden. Başka da bir şey yok zaten . Adı her neyse, oyuncuların mimiklerinin birebir çizgi karakterlere yansıtılabilmesi muhteşem bir teknik. Onca sahnenin bir stüdyo ortamında çekilmiş olması mucizevi bir şey ama hepsi bu. “Konusu çok ilginç, sıra dışı” şeklinde yapılan yorumlara gelecek olursak; konusu bana göre Yeşilçam filmlerini aratmıyor. Kahraman yakışıklı oğlan kızı kapıyor, iyi olan kazanıyor. Bir Hulusi Kentmen eksik kadroda anlayacağınız. Keşke filmin sonunda Sam Worthington ölseydi de bizi şaşırtsalardı. Beyin gücünü kullanarak başka varlıkları hareket ettirebilme mevzusuysa ilginç olan; o konu çoktaaan bayatladı maalesef. Yine bu yıl vizyona giren Surrugates ve Gamer’ı izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Avatar’da bir de 2012’de olduğu gibi Amerika kokan mesajlar var tabii. Onlar zeki, onlar yaratıcı, onlar yayılmacı. Adamlar sömürgeci politikalarını resmen uzaya taşımışlar, dünyaya meydan okuyorlar, biz de bu filmin konusunu yaratıcı bulup ayılıp bayılıyoruz. Özetle şunu söyleyeyim; o büyük devrime biraz daha var. Darbe böbreklerime geldi. Üç saat kıpırdamadan arasız molasız oturduk ne de olsa.

P.S: İstiarem işe yaradı, kusursuz bir film izlemek istiyorum diyorsanız; Law Abiding Citizen’i bir deneyin.