27 Eylül 2009 Pazar

BİR ÇEŞİT ÇOCUK İSTİSMARI


İnsan psikolojisi o kadar karmaşık o kadar içinden çıkılmaz bir düğüm ki; anlam yüklediğimiz veya anlamsız bulduğumuz tüm davranışlarımız çok derinlerinde hatırlayamadığımız nedenlere dayanabiliyor. Bu “nedenlerin” neler olduğunun bir başımıza farkına varabiliyorken bazen psikolojik destek almak durumunda kalabiliyoruz. Ve sorunun cevabının temellerinin akıl almaz bir şekilde, ardımızda bıraktığımız zamanlarda bir yerlerde bulabiliyoruz.

Bu bol insan psikolojisi içerikli girizgahımın sebebi, çocukluğuma inip, sınıf öğretmenliği konusuna değinecek olmamdan ileri gelmekte. Geçen hafta yeni eğitim öğretim yılı başladı biliyorsunuz. Okullar açılmadan bir gün önce, bende bir karın ağrısı bir iç sıkıntısı anlatamam. Sanki ben ders başı yapacağım. Huzursuzluğumu yansıttığım eşim bile artık “Yeter, sen mi gideceksin okula, rahat olsana” dedi sonunda. “Hayatım bu benim ilkokuldan kalma bir alışkanlığım sen bana bakma, kendimde düzeltemediğim en kötü alışkanlığım bu maalesef, dert etme yakında geçer” dedim. Tedavisini bilmesem de en azından sorunumun kaynağını biliyordum: ilkokul öğretmenim!

Beni okuldan, okumaktan, çalışmaktan soğutan insan; ilkokul öğretmenimdi. Bu bağlamda üniversite mezunu olmam bile aslında bir mucize. Zira kendisi şimdilerde “sınıf öğretmeni” olarak adlandırdığımız o minicik bedenlere okumayı yazmayı öğretecek niteliklere sahip değildi. Bu gerçeğin farkına birkaç yıl önce varmış olmam da ilginç bu arada. (Psikolojide bu durum nasıl değerlendirilir bilmiyorum ama ben de bu konuyla ilgili fena halde bir ayma süreci başladı.) Söz konusu hanımefendinin, annelerinin kucağından kendisine teslim edilen minicik bedenlere bir şeyler öğretmek dışında, aslında ne kadar kötü ve yanlış bir muamele yaptığının farkına varmaya başladım. Efendim öncelikle bu hoca hanım sınıftaki çocukları; varlıklılar ve varlıksızlar olmak üzere ikiye ayırırdı. Ama varlıksız çocuklar da, hanım efendiye belirli gün ve haftalarda iyi hediye alanlar ve almayanlar olmak üzere alt sınıflara ayrılırdı. Özellikle öğretmenler gününde kendilerine en güzel, en göz doldurucu hediyeyi almak için, ben de dahil olmak üzere, bütün sınıfın nasılda birbiriyle yarıştığını şimdilerde çok net hatırlıyorum! Öyle çiçek falan almak kesmezdi kendilerini…

Bir de hala anlam veremediğim ama altında kesin yine kendisine yarayan bir şeyler olduğuna emin olduğum ilişkileri vardı. Mesela dersin ortasında kızın tekini kucağına oturtur, onun saçlarını toplar, örer, yanağını, yüzünü severdi. Sen öbür taraftan bir taraflarını yırt, umurunda olmazdı. O önündeki aklına kestirdiği çocuğu sevmeye devam ederdi. Sebebi neyse ne, sevilmeyen diğer öğrencilerin, erkekler de dahil olmak üzere, bu duruma ne kadar üzüldüklerini, ne kadar içerlediklerini hatırlıyorum. Sınıf içinde bir rekabet bir rekabet sormayın. Aynı performansı bizi bir an önce okumayı sökmemiz için gösterse, sınıf olarak il sınırları içinde dereceye girerdik belki de! Bu hanım efendinin yaptığı da bir çeşit çocuk istismarı değildir de nedir sorarım size?

Şimdi bir bakalım; sınıf öğretmeni olmak için öncelikle, Eğitim Fakültelerinin Sınıf Öğretmenliği Programından mezun olmak gerekiyor. Tamam. Bunun dışında:
- Üst düzeyde genel yeteneğe,
- Sözel ve sayısal düşünme yeteneği gelişmiş,
- Düşüncelerini başkalarına açık bir biçimde aktarabilen,
- İyi bir öğrenme ortamı sağlayabilen, dikkatli, işine özen gösteren,
- Mesleğinin sorunları ile ilgilenen ve çözüm yolları bulmaya çalışan,
- İnsanlarla iyi iletişim kurabilen; sevecen, hoşgörülü, sabırlı,
- Öğrencilerin duygu ve düşüncelerini anlayabilen,
- Kendini geliştirmeye istekli, coşkulu, yaratıcı bir yapıya sahip olunması gerekiyor…

Bu mudur tüm gereklilikler? Taptaze, saf beyinleri eğitip öğretecek kişilerin sahip olması gereken özellikler sadece bunlar mı olmalı yani?

Sınıf öğretmenlerini aşağıladığımı ya da küçümsediğimi düşünmenizi istemem ama kendisinin sınıf öğretmeni olduğunu söyleyen ve çocuk psikolojisinden hiçbir şekilde anlamadığı her halinden belli olan o kadar çok kişiyle karşılaştım ki, kendi deneyimlerimi de katarak maalesef, söz konusu öğretmen atama kriterlerini yeterli bulamıyorum. Haftada iki üç saat pedegoji dersi alarak sınıf öğretmeni olunmaz! Lise öğretmeni olunur, üniversite de ama sınıf öğretmeni olmak bu kadar kolay olmamalı yahu. Tekrar dile getiriyorum, mesleğini layıkıyla yapanlar üzerlerine alınmasın ancak yapılması gereken her şeyi yerine getirenler bir şekilde psikolojik testlerden geçirilmeliler bence. Çocuk psikolojisini çok çok iyi bilmeliler. Öğrencileri daha çok sevilmek ya da ilgi görmek için değil de daha çok parmak kaldırmak için birbirleriyle yarışmalılar. Bunları eksiksiz yerine getirebilecek zihniyetler sınıf öğretmeni olmalı. Hayata 1-0 yenik başladığını düşünmemeli çocuk ileri yaşlarda. Ve benim gibi daha o ilk okul yıllarını hatırladığında annesini, babasını hatırlar gibi sevgiyle anmalı o kendine a’yı, b’yi, c’yi ilk öğreteni…

P.S: Oh be, rahatladım yahu! Çocukluğuma indim ve içimdeki bu topak olmuş derdi birileriyle paylaştım. Bunca yıl içimde tutmuşum tamamen çözülmedi elbet. Eh Gülsen Başak, hayatta mısın bilmiyorum ama bilesin, öbür tarafta bile olsa elim yakanda olacak!

18 Eylül 2009 Cuma

SUCUK EKMEĞİME BULAŞMAYIN!


"Çocuk geldi", "çocuk gitti", "çocuğu aldım", "çocuğu teslim ettim"… Bu ne yahu? Cem Garipoğlu neredeyse küçülüp cebimize girecek. Avukatı, katil zanlısı müvekkilini polise teslim ettiğini öyle bir anlatıyor ki, neredeyse acımaya başlayacağız biz de söz konusu “çocuğa”.

197 gündür tüm dünya genelinde kırmızı bültenle aranan katil zanlısının teslim edilme hikayesini sabaha karşı canlı canlı televizyondan takip etme şerefine nail oldum. Onca merak edilen şey varken ortada “çocuğun” avukatının gündeme taşıdığı en büyük konu, karnı aç olan katil zanlısının sucuk ekmekle karnını nasıl doyurduğuydu. Adam bütün kanallara üşenmeden aynı bilgiyi verdi. Bir sucuk ekmek muhabbetidir gitti yahu. Yeni bir gelişme olacak mı diye uykusuz, televizyon başında kanal kanal geziyorum, amma velakin ortada konuşulan en önemli konu başlığı sucuk ekmek! (Hayır, sucuktan soğuyacağım diye korktum bir an. İlkokuldayken zatürre olmuştum. İki ay boyunca sadece ve sadece boğazımdan geçen tek gıda sucuk ekmek ikilisiydi. O derece bir sevgi benimkisi düşünün.)

Benim acıma eşiğim de çok düşüktür işin kötüsü. Saddam’ı bile asılırken izlediğimde içim parçalanmıştı. Bakışları, bembeyaz olmuş yüzü hala gözümün önünden gitmedi, gidemiyor. Ben idam cezasına sonuna kadar karşıyım. Suçlu her ne kadar cinayet işlese de, ne kadar çok cana kıymış olsa da, kimse kimsenin ölüm gününe, saatine ve ölüm şekline kadar karar veremez gibi geliyor bana. Böyle suçlulara verilebilecek en güzel ceza; kümes gibi bir hücrede, kendi pisliği içinde böcek gibi sefil bir yaşam sürdürmesini sağlamak olmalı.

Teslim olması, teslim edilmesi ya da yakalanması için aylardır seferber olunan vahşetle işlenen bir cinayetin katil zanlısı şimdi polislerin elinde. Ama “so what?” demeden geçemiyor insan. Cinayeti işlediğinde 17 yaşında olduğu iddia edilen Cem Garipoğlu, çocuk mahkemesinde sorgulanıyor şimdi. “Çocuk mahkemesi” ortadaki suç göz önünde bulundurulduğunda sorgulandığı yerin telaffuzu bile kulağa komik gelmiyor mu? Çocuk mahkemesi de gelmiş geçmiş en azılı suçluyu ağırlıyordur herhalde... Evet yasa gereği olması gereken yer orası ancak çocuk mahkemesinde görülecek davanın ardından verilecek ceza süresi bana daha da komik geliyor. Ömür boyu hapsi istenecek birinin belki de en fazla 15 yılık bir cezaya çarptırılacak olması hiç de adil gelmiyor.

Cevabını bile bilmediği bir sebepten cinayet işleyen bu “çocuk”, bilmediği biri tarafından bilmediği bir eve götürüldüğünü söylüyor. O meçhul evden dışarı çıkmadığını, evin perdelerini dahi açmadığını söylüyor. Belli ki her şey önceden hazırlanmış, çok da iyi çalışılmış. Cevap bekleyen o kadar çok soru var ki… Bekleyip göreceğiz.

P.S: Umarım şu an adaletin elinde olan bu “çocuğun” yargısı, dış etkenlerce çarptırılmadan, saptırılmadan hak ettiği cezayı alacağı şekilde sonuçlanır. Ve umarım bundan böyle sucuk ekmeğime bulaşılmaz.

Nilüfer KARACİĞAN ŞAŞMAZ

3 Eylül 2009 Perşembe

MOBİLYACILARA GÜVENMEK İSTİYORUM!

Eskiden sözleşme, senet, kefillik diye bir şey yokmuş. Söz ağızdan bir kere çıkarmış. İnsanların arasında güven varmış. Herkes birbirinin sözüne güvenip öyle ticaret yaparmış. Yanlış anlaşılmasın, ufak tefek alışverişlerden söz etmiyorum. Araba, ev, arsa gibi büyük mal mülkler söz konusu olan. Okuyunca fantastik bir hikayeden bahsediyormuşum gibi geliyor ama yalan değil, yazdığım her şey doğru. Sadece ilk etapta insanların koşulsuz şartsız günahlarını bile vermedikleri bir devirde yaşadığımız için masal gibi geliyor yazdıklarım o kadar.

Özellikle mobilyacılarda pek sık rastlanır adam kandırmaca hikayelerine. Alacağın mobilyayı seçersin, parasını ödersin. Ardından mobilyalar eve bir gelir ki, hiçbir şey istediğin gibi değildir. Ya model değişmiştir ya da mutlaka eksik olan seni huzursuz edecek bir şey vardı içinde. Bir de şöyle bir felaket senaryosu vardır. Mobilyanın parasını ödersin, aynısından yapılacağı söylenir, teslimat günü gelir çatar karşındaki seni ısrarla oylamaktadır. Neden? Çünkü senin seçtiğin mobilyanın aynısını beğenen kararsız bir satıcı çıkmıştır muhterem esnafımızın karşısına ve o da müşteri kaybetmemek için senin mobilyaları hoop kararsız müşteriye satıvermiştir. Çünkü kararsız müşteri aynı mobilyaların yapılması sürecini bekleyemeyeceğini söylemiştir. Diğer tarafta evinde yeni mobilyalarının gelmesini bekleyen hazır bir müşterisi vardır nasıl olsa. Ne şimdi bu? İnsanlık mı?


Yıllar önce babam bej ağırlıklı bir mobilya takımı beğenmiş, parasını peşin vermiş, bir hafta içinde eve gönderileceğinin sözünü de almış olarak eve geldi. Bir, iki, üç hafta derken nihayet bizim mobilyalar kapıya geldi. Koltuk takımı salona istiflendikçe tüm ailenin nefesi kesilmeye başladı. Zira bizim bej rengi koltuklar çağla yeşiline dönüşmüştü. Çağla yeşili yahu! Kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek bir renk. Şimdi soruyorum: Showroom denen şeyler neden var? Mobilyacılar nasılsa bizim adımıza renk ve model tercihi yapıyorlar. Zahmet edip hiç gitmeyelim bari ayaklarına. Telefonla bir üçlü, bir ikili ikişer de berjel koltuk sipariş edelim olsun bitsin.


Peki bu minik hikayenin tek suçlusu kim? Tabii ki babam. Neden? Çünkü hala herkesi kendisi gibi sanıyor. Çünkü hala o tek bir sözle milyarların, trilyonların döndüğü sonsuz güvenin var olduğu zamanlarda yaşadığını sanıyor.


Sonuç mu? Saçma sapan prosedürlerle uğraşmak yerine çağla yeşili koltuklara bej rengi kılıf dikilip geçirildi. Koltuklar evdeki 10. yıl dönümlerini kutladılar geçtiğimiz günlerde. Mobilyacıların hepsi üstlerine alınmasın ama şahit olduğum hikayeler artık kendilerine olan güvenimi kaybetmeme neden oldu. Ha bu arada sadece mobilyacılar mı? Araba galericileri de aynı... Tokacı, küpeci, kitapçı değil maalesef sözünü ettiğim esnaf tipi. Büyük paraların döndüğü yani insanların gerçekten canını yakan alışverişlerde muhatap olunan esnaflar.



P.S: Bundan 10 yıl 15 yıl sonra ticarette güven eksikliği hangi boyutlara ulaşacak çok merak ediyorum. Keşke bir şeyler tersine dönse ve ben de ilk evvela mobilyacılardan başlamak kaydıyla alış veriş yaptığım herkese sonsuz güven duyabilsem.


1 Eylül 2009 Salı

ORJİNAL, ZAHMETSİZ, EKSİKSİZ BİR DÜĞÜN İÇİN...



  • Klişe düğünlere konuk olmak bile canınızı sıkmaya yetiyorsa,

  • Benim düğünüm asla diğerleri gibi olmamalı diyorsanız,

  • Eksik kalan detaylar için sonradan pişmanlık duymak istemiyorsanız,

  • Evliliğinizin 20. yıl dönümünde bile düğününüzü hala keşke yine o günü yaşıyor olsaydım diye anmak istiyorsanız,

  • Hayalinizdeki düğünü nasıl hayata geçireceğinizi bilemiyorsanız,

Düğünüze En Az Altı Ay Kala Kapımızı Çalmanız Yeterli.

Giyeceğiniz gelinlikten o gece kullanacağınız parfüme, ilk dans müziği seçiminden balayı uçak biletinize kadar sizinle aynı heyecanı paylaşıp sizin yerinize tüm detaylarla ilgilenecek ve kendinizi çok özel hissettirecek profesyonel nedimeler olarak düşünün bizi.

Bizim İçin İmkansız Diye Birşey Yok

  • Konsept Düğünler: (Kır düğünü, salon düğünü, havuz başı düğünü, tekne düğünü, uçak düğünü, ülke ve zaman konseptli düğünler…)

  • Davetiye, gelinlik, nikah şekeri tasarımı,

  • Profesyonel ekibimiz bünyesinde; düğün hikaye fotoğrafları, gelin saç ve makyajı, kısa film tadında düğün videosu çekimleri,

  • Gelin ve damat için yurt içi/yurt dışı bekarlığa veda partisi organizasyonları,

  • Ve hayal ettiğiniz bir düğüne dair her şey...

    BRIDE'S ANGELS
    bridesangels@gmail.com