19 Nisan 2010 Pazartesi

AH ŞU ÇILGIN TÜRKLER


Biz Türkler asil bir soya sahibiz. Köklerimiz çok kuvvetli. Zamanın asırlar boyunca dünyaya meydan okuduğu dağ gibi taş gibi Osmanlısının çocuklarıyız. Konum olarak fevkalade bir coğrafyaya sahibiz. Öyle ki başka ülkeleri kıskandıracak derecede stratejik bir konumumuz var. Peki eksiğimiz ne? Farklı diller konuşan yabancı ülkelerden ne farkımız var? Çok iyi yaptığımız, bir best of hünerimiz neden olamıyor?

DANS ETMEK UTANILACAK BİRŞEY DEĞİL

Geçenlerde “So You Think You Can Dance” adlı dans yarışmasını izliyorum. Bizdeki versiyonu “Benimle Dans Eder Misin?”. Onu da izliyordum denk geldikçe zaman zaman. Aradaki fark ucu bucağı olmayan bir uçurum gibi. Amerika’nın yarışmacıları, amatör sokak dansçıları, bizim yarışmadaki dansı çok iyi bildiğini sanan, dansın eğitimini verdiğini sanan, aynı zamanda yarışmanın jürisinde de yer alanlardan daha iyi performans gösteriyor. Bizdekiler kütük gibi, eğilemiyor, kıvrılamıyor… Bizim kültürümüzde göbek dansı denen bir şey var yahu. En eski dansımız bizim, yani özümüzde var. Kıvraklık genlerimizde vardır en azından diye düşünüyor insan ama o da yok. Brezilya nüfusunun neredeyse tamamı ne kadar samba yapmayı becerebiliyorsa biz de o kadar göbek dansı becerilemiyor. Neden? Çünkü biz dans etmekten utanan bir toplumuz. Gittiğimiz bir gece klubünde çok eğlenerek oynamayı basit ve sıradan bir hareket gibi görüyoruz. Dans bu ya, utanılacak, dalga geçilecek nesi var?

ACABA ŞARKI SÖYLEYEBİLİYOR MUYUZ?

Bizdeki versiyonu “Akademi Türkiye” olan “Amercan Idol” şarkı yarışmasını izlemenizi öneririm. Adamların sesleri yıkılıyor. Bizde olsa beşinci albümü yapılacak seviyedeki yarışmacı, orada kendisine yol gösterecek jüriyi can kulağıyla dinliyor. Kendinden ne kadar emin olursa olsun yapılan ağır eleştirilere istinaden ağzını açıp kendini savunmuyor. Sadece söyleneni yapıyor, kendisine gösterilen yolu izliyor. “Akademi Türkiye”de gerçekten güçlü sesler vardı ama tavırlar yanlıştı. Yarışmayı mağdur olan kazansın derdi vardı, sonsuz bir reyting kaygısı vardı… Sonuçta bunda da bir başarıya imza atılamadı…

SON UMUDUM FUTBOLDU, ARTIK HİÇ UMUDUM KALMADI

Peki, millet olarak en iddialı olduğumuz konu nedir? Futbol diyelim. Öyle ki yurt dışından Türkiye’ye gelenler daha ilk gelişleri bile olsa futbolun bizim için ne kadar önemli bir konu olduğunun farkına vararak dönerler ülkelerine. E, ne yaptık biz şimdiye kadar futbol adına. Galatasaray’ın yıllar yıllar önce aldığı UEFA kupasından başka ne yaptık? Tarih oldu artık o, bizden başka herkes unuttu. Geçtiğimiz günlerde dünyanın en önemli derbilerinden biri olan; Real Madrid-Barcelona karşılaşmasını izledim. Meğer bizimkilerin oynadığı futbol değilmiş. İçim biraz daha karardı. Gelecekten ve ileride imza atacağımız olası başarılardan yana hiç ümidim kalmadı. Fenerbahçe Galatasaray karşılaşmaları da dünyanın sayılı derbileri arasında yer alıyor. Bu vasat performanslarıyla nasıl dünya sıralamasına girebiliyorlar bilmiyorum. Real Madrid-Barcelona maçında gördük Xavi’yi Messi’yi, Pedro’yu… Bu kadar yıldız futbolcunun nasıl “Ben kral değilim, sadece takımımın bir parçasıyım” der gibi paslaşarak, gerçek bir takım oyunu oynadıklarına şahit olduk. Ha bu arada , bir Galatasaraylı olarak Arda Turan’ın Messi’yle karşılaştırılmasını yılın en büyük geyiği olarak değerlendiriyorum.

TAKİTLERİNDEN SAKININ

Millet olarak hangi alanda dünya çapında başı çekebileceğimizi bilemiyorum. Belki biraz özgün olarak, biraz daha cesur olmaya gayret ederek başlayabiliriz işe. Hala dizilerimiz, filmlerimiz yabancı versiyonlarından aşırılıyor. Video kliplerimiz, albüm kapaklarımız, albüm kartonetlerimiz, moda çekimlerimiz hep aşırma hep araklama. Özellikle popülaritesi olan isimlerin halk tarafından örnek alınabileceklerini göz önünde bulundurarak biraz daha titiz olmaları gerekiyor. Mesela; Hande Yener Lady Gaga’dan, Demet Akalın Kylie Minogue’dan, Ebru Gündeş Jennifer Lopez’den, Mustafa Sarıgül Obama’dan esinlenmesin artık.

P.S: Lütfen taklit etmeyiniz edenleri uyarınız:)

15 Mart 2010 Pazartesi

SENİN ANAHTAR KELİMEN NE?


Kendime blog açtığım gün bir analiz sitesinde de hesap açtım. Ne kadar takip ediliyorum, hangi illerden ve dünyanın hangi ülkelerinden muhtemelen tesadüfen de olsa okunuyorum bilmek istedim. Harika bir teknoloji. Çok da heyecan verici. Yazdığım yazıların geri dönüşümünü sağlamış oluyorum. Günün sonunda kalbim küt küt atarak, analizci sitemi açıp, o gün beni kaç kişi okumuş, en popüler konu hangisi olmuş öğrenmiş oluyorum.

Son zamanlarda heyecanım yerini tarifsiz bir meraka bırakmış durumda. En çok merak ettiğim “en popüler sayfa”yı analiz eden link, yerini “anahtar kelimeler” linkine bıraktı. Anahtar kelime derken kast edilen de insanların arama motorlarında yazdıkları kelimelerden oluşuyor. Mesela ben Michael Jackson hakkında bir yazı yazmışım. Sen “Michael Jackson’un doğum tarihi nedir?” gibi bir şey arattığında benim blog’um da karşına çıkıyor. Eğer blog’umu tıklarsan benim o günkü anahtar kelimelerim arasında senin “Michael Jackson’un doğum tarihi nedir?” sorun yer alıyor. İşte ben bu anahtar kelimelerin müptelası olmuş durumdayım. Şaşkınlıktan ve gülmekten dumura uğruyorum her geçen gün. Düşün, benim blog’um çok da geniş kapsamlı değil. Tıklanma oranım yazdığım yazılar ve kelimelerle sınırlı sonuçta. Dolayısıyla, bol arşivli ve profesyonel web sitelerinin analiz raporlarını tahmin bile edemiyorum. Ne bombalar çıkıyordur kim bilir…

Bir an için seni bu güne kadar Google’de neler arattırdığını düşünmeye davet ediyorum. Kimselerin göremeyeceği o tek satırlık boşluğa neler yazmış olabilirsin? Şimdi ne demek istediğimi daha iyi anladın sanırım. Allah ne verdiyse çıkabiliyor karşına. Mesela içeriğini göz önünde bulundurursak porno kapsamlı bir aramada benim blog’umun tıklanmış olma olasılığı neredeyse yok gibi bir şey. Ancak pornoyla ilgili aramalar “sanatçıların seks pornosu” şeklinde yapıldığı vakit, “sanatçı” kelimesi kullandığım bir yazıdan mütevellit benim blog tıklanıveriyor.

Anahtar kelimeler de neler var neler… Çoğu kişi, arama motorunu arkadaşı gibi görüyor. Bildiğin, karşılıklı sohbet havasında. Bunları teker teker yazmakla bitmez. Aramacıları önce kendi içinde gruplara ayırmak daha kolayıma gelecek. Zaten bunu yapmak pek de zor değil. Kelimelere bakınca zihninde otomatik olarak bir gruplaşma oluyor… Bakınız:

SORU SORANLAR

“İçimde bir kıro mu var?”

“Maço erkeklerden nasıl kurtulunur”

“Erkekler kaç kilo kadın seviyorsunuz?”

“Erkeklerin çapkınları kaç yaşında başlar?”

“Badem grubundan Mustafa Kemal Öztürk'ün sevgilisi?"

“Badem grubundan Mustafa Kemal Öztürk evli mi?” (Kemal'in medeni durumu epey merak ediliyor:))

“İkinci valiz ne kadar?”

“Reina’ya giderken ne giysem?”

“Erkek arkadaş neden sinemaya gitmek ister?”

DERTLEŞİP SOHBET EDENLER

“Sigara yasağı çin işkencesi”

“Oral seks yapmıyoruz” (Peki, tamam. Bunu bildiğimiz iyi oldu:)

“Datça’ya taşındım mutluyum, sigarayı bıraktım”

“Esnerken nefesimi rahat veremiyorum” (Esnerken nefes vermek derken?)

“Boş kürek çekip durmuşum

“Gay olmak benim tercihim değil”

“Erkeklerin kadınlardan kaçtığı yer nere?” (Öyle bir yer mıdır acaba?)

“El ele birlikte mutluluğa koşalım

“Mutluluk çok yakın

“Ev kadını nasıl olunur

“Muhakkak sevilmeyi hak eden vardır”

“Yaşadığın her anın tadını çıkar”

“Beni özledin mi diye soruyorsun.”

“Bir sigaradan bir şey olmaz”

“Türkiye'de en çok eşcinsel olan iller nere ki?”

“Eşcinsel asker olmak istiyorum”

HAVADİS VERENLER

“Saç kısacık”

“Michael Jackson’un burnu sahnede”

“Terk edene dil döktüm”

“Karısını Facebook’ta paylaşmış”

“Kefillikten kurtuldum”

“Sualtında taciz”

“Aslında istemediğini söyleme hastalığım var”

“Nasıl göründüğünü soran kız”

“Soğudum diyen kızlar”

“Uzaktan uzağa seven erkek”

“Acun dünya kupasına gitmedi meşhur oldu” (Biraz çekememezlik mi var ne?)

“Arjantinliler İngilizce konuşamaz

“Burnundan kut çıkan zenci adamın ameliyat operasyonu” (O nasıl bişey yahu!)

“Facebook yüzünden boşananlar”

SINIFLANDIRILAMAYANALAR

“Her zaman bir yol şarkısı var."

“Sürüngenlerden korkan ünlüler”

“Karaböceğin insana faydası var mı”

“Michael Jackson’un zencisi”

“Michael Jackson ‘dan bile daha beter olmak”

“Brad pitt fobisi”

“Michael Jackson oral seks görüntüleri”

“Mavi'nin TV reklamı... Eh burası İstanbul!

“Mavi cins”

“Kötü iletişim nasıl kurulur”

“Ele yapılan kolay mikrofon

“Michael Jackson'un gözleri ne renkti?

“Michael Jackson saçını ne taraftan ayırırdı.” (Merakta sınır yok:))

“Spora gidip balık tutan bebek oyna

“Yağlı güreş sahnesi betimleme

“3G kıro”

“Çıplak amuda kalkmak”

“Michael Jackson isminin anlamı”

“İstanbul'da sigara içen restoran"

EMİR VERENLER

“Göbek adımı bul”

“Yazdığın hikayelerden para kazan”

“Erkekle doğrudan iletişim kur”

“Kendine çeki düzen ver kıymet bil

EN ÇOK MERAK EDİLENLER

Karşı cinsle nasıl iletişim kurulduğu

Erkeklerin korkuları

Fobiler. Özellikle de kuş ve kalabalık fobileri.

Ve tabii ki ben! Nilüfer Karaciğan ya da Nilüfer Karaciğan Şaşmaz içerikli aramalar o kadar çok ki, vallahi gördükçe mutlu oluyorum.

P.S: Gruplaşmalarda durum budur. Bunların dışında bir de benim Türklere dair belli başlı fikirler edinmeme sebep olan anahtar kelimeler var. Bunlardan en ilginci ve en önemlisi; yaşını epeyce bir almış amcalarla ilgili. 70 veya 80’lerindeki yaşlı amcaların sanılanın aksine aşna fişneden henüz ellerini eteklerini çekmediklerini düşünüyorum. Zira kendileriyle ilgili “azgın 80’lik amca”, azgın teke 70’lik” şeklinde küçümsenmeyecek bir oranda arama tarama yapılmış. Benden söylemesi…

12 Şubat 2010 Cuma

KEŞKE ŞUBAT 13 ÇEKSE!


Evet, bu bir Sevgililer Günü yazısıdır. Ve hayır, bu yazıyı okurken sevgilinize güzel jestler yapmak için feyiz alacağınız herhangi bir ibareye rastlamayacaksınız. Bu bir anti Sevgililer Günü yazısıdır. Sevgililer Günü’nden de, şubatın 14’ünden de hiç haz etmeyen birinin yazısı.

Sanılanın aksine bugüne özel kötü bir anım yok. Yani daha önce şubatın 14’ün de terk edilmedim, aldatıldığımı o gün öğrenmedim ya da o sırada birlikte olduğum kişi tarafından kale alınmamış değilim. Bilinç altımın derinliklerinde travmatik bir durum yok anlayacağınız. Sadece bu günü gereksiz buluyorum hepsi bu.

HEVESLİ GÜNLER ÇABUK GEÇER

Vakti zamanında ilk heves ben de çok değer verdim bu güne. Çok kıymetini bilmişliğim vardır. Üzerinde günlerce düşünülmüş hediyeler, beklenmeyecek jestler yapmışlığım vardır. Hatta yaratıcı fikirlerime başvuran kız ve erkek arkadaşlarım bile olmuştur. Taş çatlasın 20 yaşıma kadar modum buydu. Gençlik işte!

HÜZÜN BÖCÜKLERİ

Bir Sevgililer Günü’nde yalnızdım. Benim gibi yalnız olan kız arkadaşımla sadece yemek yemek için dışarı çıktık. Cidden o günün anlam ve önemi hafızamdan silinmiş. Sokaklarda bir tuhaflık var ama üstünde durmuyorum. Herkes çift. Bir elde çiçek bir elde mutlaka poşet (hediye ebatına göre değişen muhtelif boyutlarda). Ben hala uyanmıyorum. Yemek yiyeceğimiz restorana gidiyoruz. Afiyetle kız kıza olmanın verdiği rahatlıkla biraz nezaketten uzak yiyoruz yemekleri. Ardından tatlı, ardından orta şekerli birer Türk kahvesi. Muhabbet nasıl koyu, e fallar da kapanıyor tabii. Sırayla birbirimizin fallarına bakıyoruz. Arkadaşım, benim fincana bakıp döktürürken ben de gayri ihtiyari şöyle bir etrafa bakıyorum. Herkes çift! Masalarda mumlar! Tüm gözler bizim üzerimizde! Özellikle kızların yüzünde hüzünlü bir ifade. Arkadaş geleceğimi yüzüme okurken ben kopmuşum olaydan. Birden sahneler flashback oluyor gözümün önünde. Film izler gibi izliyorum bizi. Sevgililer Günün’de iki kız. Yalnızlığın verdiği derin hüzünle kendilerini çatlayana kadar yemeğe vermişler. Yetmemiş birbirlerine hiç susmadan terapi yapmışlar. Yetmemiş teselli armağanı olarak fal bakmışlar. Dışarıdan o kadar ümitsiz görünüyorlar ki, sevgililerin gününde bir sevgiliye sahip olan hemcinsleri kutlamalarına ara verip onlara acımaktan kendilerini alamamışlar… Sahne karardı. Ben hesabı istedim. Sevenleri bu mutlu günlerinde daha fazla üzemezdim. O gün ant içtim. Bir sevgilim olduğunda nezaketten bile olsa asla kutlamalara katılmayacaktım.

2009.

Büyük konuşmuşum tabii. Ekonomiyi canlandıracak Sevgililer Günü etkinliklerinden biri yatırıldı masaya. Usanmadan ilk günkü heyecanıyla kutlamaları aksatmayan bir çift arkadaşım cazip bir otel kampanyası sundu bize. Sırf spa’sı yeter dedik dahil olduk kendilerine. Biz bir an önce detoks yapma derdindeyiz, yemek ve kutlama faslı hikaye. Odalara yerleştik. Sekizde yemek için bilmem ne balo salonunda olacağız. O da ne, salon kırmızı. Yerden tavana, duvardan kapıya… Bir an koşarak otelin hemen yanındaki kuru fasulyeciye atmak istiyorum kendimi. Açım ya, ölüyorum açlıktan. Arkadaşlara ayıp olacak bu seferde. Neyse masamızı buluyoruz. İki yüz kişinin olduğu salonda ve o karanlığa rağmen masayı bulmak zor olmuyor tabii. Dört kişilik tek masa bizimkisi… Masalarda mumlar, kalpli şekerler… Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. Sinirimiz bozuldu artık gülüyoruz. Diğer çift alışkın. Bizi sakinleştiriyorlar. Balık konseptli seçkin Sevgililer Günü mönümüz servis edilmeye başlıyor. Şarap kadehi içinde bilmem ne söğüş. Çatalı kadehin içine batırıp yiyorsun. En altta kalan lokmayı almak için iyice dikilip çatalı doksan derecelik bir açıyla saplaman lazım. Olduğu kadar sıradaki gelsin… Bu sefer biraz daha büyük bir şarap kadehi içinde bilmem ne balıklı ara sıcak geliyor. Yemeğin sonuna kadar tabakta gelecek bir şeyler konusunda hala iyi niyetimi koruyorum. Bu sırada Pazar ayinine gitmiş gibi hissediyorum kendimi. Ekmek ve şarap yiyorum durmadan. İnsanlar balo salonunun önünden geçerken şöyle bir içeri, bizlere göz atıp kikirdiyorlar. Sandalyede gittikçe küçülüyorum. 12 omurilikli bir yaratığa dönüşüyorum. Canlı müziğe ara veriliyor. Sevgililer Günü özel çekilişi yapılacakmış! Masadaki o kırmızı kalplı mumların arkasında çekiliş numaramız varmış meğer. İyi düşünülmüş bir konsept! Neee, üç çift mi kazanacak? Bildiğim bütün duaları okumaya başlıyorum. O sırada benimle aynı duyguları paylaşan sevgiliyle göz göze geliyorum. Ödül bize çıkmasa, çıkarsa da o gitse teslim almaya… Yaşasın! Kazanamıyoruz! Bu level’i de atlatıyoruz. Ekmeğin dördüncü somununu da şarabıma batırıp ağzıma attıktan sonra yavaş yavaş doyduğumu ve başımın döndüğünü hissediyorum. Ana yemeğin gördüğüm en büyük şarap kadehinin içinde gelmesi artık umurumda değil…

O gece uyumak için mücadele ederken ve hızla dönen tavanı durdurmaya çalışırken, “Keşke şubat ayı 13 gün çekseydi” diye geçiriyorum içimden.

P.S: Hevesli zihniyetlerin tadını kaçırmak istemem ama benim olayım budur:)

13 Ocak 2010 Çarşamba

SİNEMAYA GİTMEDEN İSTİAREYE YATMAK


Formülü buldum. Sinemaya gidip bir kere daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Bundan böyle filmler hakkında yapılan hiçbir yorumu kale almayacağıma göre sinemaya gitmeden bir gece önce istiareye yatacağım. Allah’tan rüyalarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Yorumu düz mantık. Reklam yok, mesaj kaygısı yok, pazarlama stratejisi yok, ne gördüysem o!

İlk darbe 2012’den.

Okkalı bir sağ kroşe. İlk gününde gece 12’ye bilet bulabildiğim için havalara uçtuğum film bittiğinde, canım kalkıp eve dönmek bile istemedi. Oturdum kaldım koltukta. Amerika’nın kendini yerlere göklere sığdıramadığı, kendisi ve seçilmiş (nedense artık) birkaç milletten başka ya haritada bile göstermeyecek kadar yok saydığı ya da var sayıp halkını umursamayacak kadar gereksiz ülkeler olduğunu vurguladığı bir Nuh’un gemisi hikayesi. Evet aynen özeti budur. Biz 2012 yanında son derece kendi halinde denebilecek bir Türk dizisinde İsrail’e “sözde” olumsuz mesaj veriyoruz diye, İsrail basını önünde yerin dibine sokulmaya çalışalım, öbür taraftan millet dünyaya meydan okusun, kimsenin gıkı çıkmasın. Alt tarafı bir film diyip geçsinler…

İkinci darbe New Moon’dan beynime geldi.

İlk serisi Twilight’ı mumla aratan bu filmin Aşk-ı Memnu’dan farklı olduğunu düşünmem için beni ikna edecek birilerini arıyorum ne zamandır. Şimdilik bulamadım. Hele Jacob’mu Edward’mı muhabbetlerine girenlere hiiiç tahammülüm yok, yıpranıyorum. Pazarlama tekniği erkek seçiminden yana kullanılmış burada. Ah o son sahnedeki evlenme teklifi yok mu? Az kalsın bir darbe daha alacaktım.

Saw VI beni can evimden vurdu.

Severek izlediğim, toz kondurmadığım bir film vardı, o da sol kroşeden geçirdi darbesini. Hayır neden uzatıyorsunuz ki? Diğer serilerin önüne geçemeyecekseniz tadında bırakın değil mi? Zaten gelenekselleşmiş tarihinde, Cadılar Bayramı’nda vizyona girmemesinden kıllanmıştım. On dakika daha kısaltıp son moda Amerikan dizilerinin kervanına katılsa olurmuş.

Yahşi Batı…

Biliyorum Cem Yılmaz yapılan eleştirilerden son derece rahatsız. . Evet, prodüksiyon iyi, evet çok para harcanmış… Bu “Meyveli ağaç taşlanır” durumu değil. Sonuçta ben ne yapımcıyım ne de senarist. Ben sadece ciddi anlamda çok fazla film izleyen bir yazarım. Bir menfaatim yok yani şu yazdıklarımdan. Cem Yılmaz artık cidden film çekmekten vazgeçip stan-up şovlarına odaklanmalı. Mizah yönü çok güçlü, çok akıllı, çokta seviliyor ama ıh ıh, bu üçüncü deneme ve olmamış. Küfür varmış, olsun. Amerikan filmlerinde her iki cümlede bir duyduğun “fuck, fuck off, bitch” kelimelerini özlü söz mü sanıyorsun? Benim bahsettiğim farklı bir şey. Filmde her şey havada uçuşuyor. Bir sürü espri var elde, bunların hepsi belli bir zaman içersinde kullanılmaya çalışıyor gibi. Cast’ın hemen hemen hep aynı olması da sıkıcı geldi. Demet Evgar’a bayılırım ama o da eğreti kalmış. Yahşi Batı’da da tıpkı Gora ve Arog’da olduğu gibi ömür boyu bitmeyeceğini düşündürecek kadar uzun bir sahne vardı. İçim şişti yine. Gora’da Özkan Uğur’un savaşçı eğitimi verdiği sahne, Arog’da futbol sahnesi, Yahşi Batı’da ise yağlı güreş sahnesi. Son olarak Cem Yılmaz eğer film çekmek istiyorsa kesinlikle senaryosunu bir bilene danışmalı diyorum. Burada yumruğu tam burnumun ortasına yedim.

Gelelim, Şirinler’den sonra en sevimli bulduğum renkli yaratıklara; Avatar’a!

Filmin en büyük özelliği yeni nesil sinema anlayışı için yani 3 boyutlu filmler için bir devrim olarak öngörülmesiydi. Adet yerini bulsun dedim ve Imax formatında izledim filmi. Ben teknolojiden anlamıyorum sanırım. Bunun 3 boyutlu izlediğim Ice Age’den ne farkı vardı çözemedim. Görsel şölenmiş! Kör oluyordum kör. Alt yazı okumak zaten hikaye. Yazılar flu, yarısı var yarısı yok. Neyse ki ölmeyecek kadar İngilizcem var. Renk curcunası desen bol keseden. Başka da bir şey yok zaten . Adı her neyse, oyuncuların mimiklerinin birebir çizgi karakterlere yansıtılabilmesi muhteşem bir teknik. Onca sahnenin bir stüdyo ortamında çekilmiş olması mucizevi bir şey ama hepsi bu. “Konusu çok ilginç, sıra dışı” şeklinde yapılan yorumlara gelecek olursak; konusu bana göre Yeşilçam filmlerini aratmıyor. Kahraman yakışıklı oğlan kızı kapıyor, iyi olan kazanıyor. Bir Hulusi Kentmen eksik kadroda anlayacağınız. Keşke filmin sonunda Sam Worthington ölseydi de bizi şaşırtsalardı. Beyin gücünü kullanarak başka varlıkları hareket ettirebilme mevzusuysa ilginç olan; o konu çoktaaan bayatladı maalesef. Yine bu yıl vizyona giren Surrugates ve Gamer’ı izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Avatar’da bir de 2012’de olduğu gibi Amerika kokan mesajlar var tabii. Onlar zeki, onlar yaratıcı, onlar yayılmacı. Adamlar sömürgeci politikalarını resmen uzaya taşımışlar, dünyaya meydan okuyorlar, biz de bu filmin konusunu yaratıcı bulup ayılıp bayılıyoruz. Özetle şunu söyleyeyim; o büyük devrime biraz daha var. Darbe böbreklerime geldi. Üç saat kıpırdamadan arasız molasız oturduk ne de olsa.

P.S: İstiarem işe yaradı, kusursuz bir film izlemek istiyorum diyorsanız; Law Abiding Citizen’i bir deneyin.